Menu
26 Mayıs 2017

Björk ve Fazıl…

fotoğraf: Illustration/Aslıhan Kazancı

Aslıhan Kazancı

 

Björk ve Fazıl iki çocukturlar. Bana kalırsa büyük sanatçıların işleri evrilir ancak içleri her şeye rağmen çocuktur, çocuk olduğunu unutmamıştır. Bir çocuğun neşesi, içtenliği, öfkesi, merakı ve tasnifi mümkün olmayan alâimisemâ hislerinin döndürdüğü çarklarla anlatırlar bilinen, bilinecek olan ve bilinmeyenin hikâyesini.

Björk İzlandalı, Fazıl Anadoluludur ve her ikisi de hem dünyalılığı hem yörelerini içerirler. Evren'e hitap edebilirler ama aynı zamanda endemiktirler. İzlanda'nın ana karalardan fiziksel ve hissel kopukluğu, volkanik faaliyetleri, lav ovaları ve kuzey ışıkları; Anadolu'nun karalarının, denizlerinin ve göklerinin çokişterakleri, coğrafi ve beşerî iklim çoklukları ve bunun etkisinde yedi üstü sonsuz örtüsü ve üstündekilerin çeşitlilikleri hissedilmeksizin Björk ve Fazıl, Björk ve Fazıl olarak bulunamaz. Bireysel ve sanatsal deneyimlerince ilk olarak kendi coğrafyalarının doğal, beşerî ve doğalla beşerîlerinin etkileşiminin ritimlerini, nağmelerini ve ahengini tanıyarak evren ve ötesine müzikal beyan getirirler.

Evet ve hayırların, duvarların ve çatlakların, füzelerin ve fallusların asıl olanmış gibi yansıtıldığı kapanların birkaç binyıllık süksesine rağmen asıl aslolanların konuşulmadığı her anın kaybına üzülerek yazıyorum bu oldukça öznel yazıyı. Björk'ün dediği gibi: "They think I am stupid because I can’t see how hopeless everything is lol” yani “Benim aptal olduğumu düşünüyorlar çünkü her şeyin ne kadar umutsuz olduğunu göremiyormuşum haha.” Her şeyin hâlihazırda umutsuz ve mutsuz olmaya meylettiren bir tarafı, her şeyden vazgeçirtecek süregelen ve güncel buhranlar ve her şeyin sonunda akarsuda aksimizden eser olmayacağı gerçeği varken mutsuzluktan daha fazla mı bahsedelim, umutsuz mu olalım? Mütemadi ciddi ve istikrarlı ümitsizler ne başarmış? Tutunduğumuz ve tutunacağımız her şey, her şeyin farkında olup her şeye rağmen yaratanların işleri değil mi? Umutsuz olup da ne yapacağız? Umutsuz olmayacez, HAHA!

Şimdi, işlerinde hakikî kara delikler ve ışıklar, ağlamalar ve gülüşler, hikmetler ve delilikler ve her zaman umut bulduğum Björk ve Fazıl'ın birbirini çağrıştıran hislerinin, işlerinin vesairenin ben merkezli atlasını çizeceğim. En az iki kutup manyağı edilen Türkiye'ye "eveeet ve haaayır"dan başka üzerinde düşünmeye değer kutuplar püskürteceğim. Mikrolar makrolar, mevkiler evrenler, topraklar gökler, uzaklar şehirler, floralar faunalar, taşlar insanlar, putlar tanrılar, memleketler keşifler, yollar mekânlar; klasikler deneyseller, kökler kanatlar, gelenekler sıçramalar, motifler çark edişler, antikler hiperteknolojikler, folklorikler yabancılar, kanunlar muzurluklar, masallar kodlar, okyanuslar yeniler; yalnızlıklar birliktelikler, denizaltılık analık/babalık, aşklar öfkeler, eller makineler, hazlar acılar, kaçışlar dönüşler, uçuşlar düşüşler, danslar avlar, sessizlikler patlamalar, anmalar kehanetler, naiflikler kükreyişler, la laa laa…

Kronolojik devam edeceğimi zannetmiyorum ancak her iki çocuğun da çocukluğundan itibaren bilincimi akıtmaya başlıyorum. Öncelikle her ikisinin de çocukluklarında/çocukluklarından itibaren klasik Batı müziği eğitimi aldığını, gençliklerinde jazz denemeleri yaptığını biliyoruz. (Ör. Björk, Gling-Gló, 1990; Fazıl, ”Paganini Jazz,” 1988,1990,1995) Yaratıcı kimselerin bulundukları coğrafyanın kültür devamlılığı içinde evrilmiş, yetkinleşmiş ve yüksek formuna ulaşmış geleneklerde ustalaşabileceğine inanırım. Ancak klasik Batı müziğinin evrensel prensipler içermesi belki bu anlamda matematik öğrenmek gibi çalışıyor. Evrensel doğrular her yerde ve zamanda doğrudur ve doğruyu bilmekten zarar gelmez! Björk ve Fazıl gibi geleneksel/klasik musikî kültürü olan coğrafyalarda, klasik Batı müziği düsturuyla yetişen çocukların da zaten daha sonra bu asal bilgi ve tecrübeyi kendi geleneklerine yeni bir dal olarak türevlendirdiğini görüyoruz. Bundan ayrı olarak erken çocukluklarında bir nevi çocuk yıldız muamelesi gören her iki sanatçı da sonrasında yeni bir müzikal ifade için yirmili yaşlarına, muhtemelen kendilerinin, kabiliyetlerinin ve üsluplarının hâkimiyetini kendilerinde hissedene dek beklemişlerdir. Bu esnada Björk klasiğe orta parmak çektiğini söylese de klasik bilgisini daha sonra tüm arayış ve keşifleriyle harmonize edecektir. Fazıl ise enstrümantal hünerini geliştirmekle beraber Anadolu'nun müzikal ve hikâyesel ritimlerini demleyecektir.

“Nasreddin Hoca’nın Dansları" ("Nasreddin Hoca’nın Dansları,” 1990) eserini Fazıl, "Opus 1” kabul eder. Devr-i Turan, Devr-i Hindî, Bektaşî Raksanı ve Devr-i Revân gibi klasik Türk musikîsi usûllerini yeni bir araç, aracın kendine özgü nitelikleri ve kendi ehliyetini senkronize ederek denemiştir, yani piyano ile. Eser, Türk/Anadolu kültür devamlılığının doğal ritminde doğup onu sistemleştirerek müzikal suretini çıkaran ritimlerin/usûllerin Anadolu’ya ve Anadoluluya tuttuğu aynasındaki desenleri anlattığı gibi Nasreddin Hoca'nın sesli, sözlü, danslı, çağrışımlarını da tetikler. Eserde; Anadolulu aklı, düşünüşü, mizahı özellikle Anadolulu bir dinleyici için kaçınılmaz surette tanıdıktır. (Say Plays Say'ın kitapçığında Nasreddin Hoca’nın, “Türklerin Don Quixote’u” olarak tanıtılmasını da gereksiz bulduğumu da söylemek isterim.) Eseri deneyimlemek birbirine paralel iki ayna arasında durup kendi sesinin, şeklinin, hareketinin, davranışının yani bütün ritminin sonsuz yansımasına şahit olmak gibidir. Müzikal olduğu için de topyekûn bilinen figürler ve çağrışımları; kendi ve topluluğunun ritmi, deseni ve akislerinin yankısında rastlanılanlar geometrik artan hisler yaratır. Fazıl, çıraklık döneminde hissettiği bu tutuma; sesli, sözlü kültürü dokuyup baskın hikâye anlatıcılık kültürümüze yeni bir üslup getirerek devam edecektir. Bana kalırsa kaçınılmaz olan da budur. Bu tarzda aklıma ilk gelen çalışmalar: “Silk Road,” 1994; "Black Earth,” 1997; Nâzım Oratorio, 2001; İstanbul Symphony, 2009; Mesopotamia Symphony, 2011; Universe Symphony  2012; "Gezi Park 1-2,” 2012-2014; İlk Şarkılar, 2013; “Masalların Masalı,” 2014; “Göğe Bakma Durağı,” 2014; “Bu Bizimki,” 2014; “Şey Şey Şey ve Şeylerden,” 2014; “Ey Kör,” 2015…

Björk'ün de, daha ziyade, gençlik yıllarından beridir tasavvur ettiği çalışmalarını içeren eklektik yapıdaki Debut (Debut, 1993) ve Post (Post, 1995) albümlerinden sonra çıkardığı, Homogenic (Homogenic, 1997) albümünde de İzlanda'nın biricik ritimleri bariz bir şekilde hissedilir. Londra’ya taşındıktan sonra tamamladığı ilk iki solo albümünün ardından destanların da vazgeçilmez parçası olan eve/memlekete dönüşü gerçekleştirmiştir. Vokal yetkinliği ve özgünlüğü, müzikal yaratıcılığının yanında, klasik öğeleri de kendi coğrafyasının hikâyelerini anlatacak şekilde kullanır Homogenic'te. İzlanda'nın geçmişten şimdisine doğal, hissel ve mitsel tasvirini yapmaya başlar. Homogenic’in homojen özünü veren İzlanda'dır. Malum, İzlanda zor bir coğrafya. Bu coğrafya kültürü eşsiz bir biçimde etkilemiş ve etkiliyor çünkü kültüre yerleşen unsurlar sadece tarihî aktarımlar değil, coğrafya ve üzerindekilerin etkin realitesi. Öngörülemeyen ancak zuhur eden volkanik patlamalar, depremler, kuzey ışıkları, gayzerler, fırtınalar, jökullar coğrafyanın devamlı doğal ritimlerini oluşturanlardan. Bu kuralsız ritimleri yaratan jeolojik ve coğrafi yapı tanımladığı flora ve faunasının da ritimleriyle birlikte coğrafyanın insanlarının coğrafyaya iştirak edebilecekleri dansın ve dövüşün ritimlerini belirliyor. Bir yabancıya haşin gelsede bu aritmik doğal unsurlar coğrafyanın normali, tıpkı Anadolu'nun aksak usûlleri/hâlleri gibi. Dolayısıyla böylesi doğal ritimleri olan memleketine dönen Björk, bu ritimleri müziğine klasik ve deneysel biçimlerde uyarlıyor. Özellikle “Jóga” (Homogenic, 1997), yaylılarının düzenlemesiyle İzlanda'yı kordofonların yaylarıyla çizer. Yaylılarla beraber volkanik indifa ses kayıtları düzenlenip elektronik ritmik hâle getirilerek alt katman olarak kullanılmıştır. İndifa kaydı düzenlenmeden önce müzikal bir nitelik teşkil etmeksizin gürültü niteliğindedir ve hatta düzenlendikten sonraki hâli de yine İzlanda'nın kaotik, kestirilemez, sert ritmik tabiatına referans verir. Daha sonraki işlerinden Dancer in the Dark (Dancer in the Dark, 2000) fimi için yaptığı, filme eşlik eden bestelerin toplandığı Selmasongs'da (Selmasongs, 2000) yine insan deneyiminin doğal ritimlerini; kalp atışları, adımlar, danslar, günlük ritüeller, doğum-ölüm, ve çevresel ritimleri; günlük çevresel ritimler, makinelerin ritmik çalışma sesleri, tren düdüğü-trenin raylarda akışının ritimleri, müzikal ritimler, kullanarak filmin anlatısı ve ritmini benzersiz bir şekilde desteklemiştir. Filmin ana karakteri ve hatta filmin kendi bu ritimlerle vardır. Biophilia’da (Biophilia, 2011) ise doğanın ritimlerine duyduğu bağın yanında İzlanda'da da açık bir şekilde gözlemlenebilen çevresel sorunlara hitap ederek doğa, müzik, teknoloji arasındaki ritim, melodi, harmoni ve bunların negatifini keşfeder. Albümdeki şarkıların hepsi odaklandığı temaların ritimlerini eğitici ve empati kurulabilecek biçimlerde içerir. Örneğin: astronomi odaklı “Moon"da Ay'ın ritimleri: evreleri, gelgit, yaşamsal döngüler, hayatın ritimleri, müzikal tertip ile; kimya ve jeoloji odaklı “Crystalline"de kristal yapılanma: doğadaki mikroskopik ve makroskopik desenler ve beste strüktürü ile; yine jeoloji odaklı "Mutual Core"da tektonik levhalar: ilişkiler, aşk, gerilim-gevşeme, denge, uyum-keşmekeşlik ve akor ile bağdaştırılarak sözel ve müzikal anlatılmıştır. Daha sonra albümden ilhamla Biophilia Educational Project adında bir proje oluşturulmuş; albümün müzik, insan deneyimi, doğa bilimleri ve teknoloji temalı öğretileri aplikasyon ve müfredat hâline getirilip uluslararası atölye çalışmaları yapılmıştır. Genel Björk ve Fazıl armonisinden çok ayrı olarak Biophilia Educational Project'in İskandinav ülkelerinde ilkokul müfredatına dâhil edilmesi düşünülürken, Fazıl'ın kendi memleketinin müfredatından hariç tutulmasına karar verilmiştir.

Yazı düşündüğümden çok daha uzun olma yolunda ilerlediğinden yazıya buradan itibaren detaya girmeden doğrudan çağrışım temelli devam etmeye çalışacağım. Belki böylesi zaten daha doğru.

Bahsi geçen işleri karşılaştırmalı dinlemenizi de naçizane tavsiye edebilirim.

"Thunderbolt" (Biophilia, 2011) ve "Ey Kör” (Yeni Şarkılar, 2015) iki dahiden ilham alır: Tesla ve Hayyam’dan. "Thunderbolt" Tesla bobinini müzikal enstrüman olarak kullanır. Bobinin yarattığı, doğal şimşek esnasında ve sonrası oluşan fraktal saikayı mucize temasıyla işler. Can atılan mucizeler şimşek gibi çakıp dallanıp işaret, ses ve gerçeğe dönüşebilir. (İtalikler, şarkıların sözlerinden uyarladıklarıma referans veriyor.) "Ey Kör”de ise mucize değil unutulan pür gerçek anlatılır. Ama öylesine unutulmuştur ki bu evrensel gerçek, onu şimşekler çaktırıp, sataşıp, hücum ederek anlatmak gerekir. Ramazan davulunun darpları hakikî bir çağrı yapar ve bass ve elektro gitarlar şarkının velvelesine katılır. (Bence Hayyam da gitar olayını severdi.) Ancak Tesla gibi bir dahi çılgından ve on birinci yüzyılda “Şu durmadan kurulup dağılan evrende” diyebilmiş Hayyam'dan esinlenilen işlerde; Tesla bobini kullanımının daha aykırı ve her iki şarkıda da vokallerin biraz daha neşeli/agresif olmasını tercih ederdim.

"Mouth's Cradle"(Medúlla, 2004) ise 9/11 terörü sonrası yazılmıştır. İnsanlığa dair ümitlerin kırıldığı, karamsarlığın çöktüğü bu dönemde, tüm bu bulantı ve vahşetten rahatsız bir anne olarak Björk çok asıl ve vazgeçilmez bir şey ister: çocuklar ve herkes için tüm Osamalardan ve Bushlardan uzak bir sığınak ve kurtuluş yaratmak. Emzirme dürtüsü kadar doğal ve ihtiyacı duyulan bir ayin kadar hayatî bu arzu ana vokal, gırtlaktan performans, koro, beatbox ve synthesizer katmanlarıyla inşa edilir. “Kumru"da (“Kumru,” 2000) da baba olmanın anlık ve hep sürecek bağlılığın mutluluğu estiği gibi yeni doğan bir çocuğun evrende çaktığı taze umutlar da vardır. Bu çok yalın besteyi hep kalbimle dinlerim.

Björk'ün “ilkel,” ilikten bir şeylere yöneldiği Medúlla’da, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin 2004 Yaz Olimpiyatları Açılış Seremonisi'nde icra edilmek üzere ısmarladığı “Oceania” (Medúlla, 2004) yer alır. Şarkı okyanustan başlayan ve milyonlarca yıldır süren evrimi, okyanus ananın gözünden anlatır. Okyanus ana hep vardır ve kendinden akan tekâmülün tümüne şahit olmuştur. Kıtalar onun gözünde ada, ülkeler göz açıp kapayıncaya kadar değişen teşekküllerdir. İnsanlar yine de "aferin"i hakeder çünkü kendinin ıslak bağrından ayrıldığından beri okyanusun hikmetini idrak edecek kadar gelişmişlerdir. Yılanlar, zambaklar, inciler ve vaşaklar içeren oğlanlar, kızlar ve tüm naçizler pâyidar olan okyanustan yürümüşlerdir. Okyanusu seslendiren Björk, çeşitlenmeyi çağrıştıran koro ve evrimin ritimleri ile en asıl hikâyemizi dinleriz. “Black Earth” (“Black Earth,” 1997) ise kara toprağın sırrına mazhar olmuş Âşık Veysel'in şiirinin, şarkısının bir türevlemesidir. Yine hem menşe hem herkesi bağrına basacak olan toprağın hikâyesi anlatılır. Hikâyeler anlatarak hayatta kalma ihtimalini arttırdığından beri Âdem'i milat kabul eden nesillleri bu deme getiren, tepesinde götüren, besleyen, onlara şifa olan toprak, kara toprak yegâne sadık yârdır. Piyanoyu vurmalı bir çalgı çalar gibi çalan* Fazıl, bu sefer onu saza dönüştürür ve kara toprağa dair devr-i daimî bestenin içinde kurduğu zaman ve mekânla anlatır. Sözler zaten dinleyicinin içinde akıyordur.

Yazının ritmini ve temposunu tamamen değiştirip yazıyı birebir füzyonlar yaparak sonlandırıyorum. "Sonnets / Unrealities XI” (Medúlla, 2004) ile "Sevenlere Dair” ("Sevenlere Dair,” 2002); "Mouth Mantra” (Vulnicura, 2015) ile “Venus" (Universe Symphony, 2012); “Submarine” (Medúlla, 2004) ile “Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz” (Nâzım Oratorio, 2001); “Isobel” (Post, 1995) ile “Manhattan'da Bir Derviş” ("Fantezi Parçaları, Op. 2: III. Manhattan'da Bir Derviş,” 1993); “Come To Me” (Debut, 1993) ile '1001 Nights in the Harem’: Allegro ('1001 Nights in the Harem’: Allegro, 2007); “Army Of Me” (Post, 1995) ile “Gezi Park 1” (“Gezi Park 1,” 2013); “Pluto" (Homogenic, 1997) ile “Supernova" (Universe Symphony, 2012); “Hollow" (Biophilia, 2011) ile “Savaş Üzerine” (Mesopotamia Symphony, 2011)… İçindekileri arayıp içtenlikle anlatan çocuklara sevgilerle.

 

* Bu kanıya mekânsal ve müzikal ritim senkronizasyonu odaklı tezim için görüştüğüm, Fazıl Bey'in arkadaşları, Eren Yağmuroğlu ve Mustafa Toygun Özdemir’le varmıştık.

 

 


Herkes bilsin