Menu

Türkiye’nin teşhisi ve tedavisi!

Sebla Kutsal
fotoğraf: Osman Orsal, Reuters

Sebla Kutsal

Hayatımız, insanlarla kurduğunuz ilişkilerden mi ibaret? Şöyle bir düşünün; gün içinde ruh halinizi en çok ne dalgalandırıyor? En mutlu anınıza bomba gibi düşen haberlerin kaynağı ne? Homurdanarak “Türkiye!” dediğinizi duyar gibiyim… Peki, bizi bunalıma, ümitsizliğe, öfkeye sevk eden bu sorunlu/zorunlu birlikteliğin tarafı olan Türkiye bir insan olsa ve psikiyatra gitseydi, hekim nasıl bir teşhis koyardı ona? Ben kolundan tutup divana yatırdım memleketi, Psikiyatr Agâh Aydın muayenesini yapıp görüşünü bildirdi. “Biz ve onlar” diye ikiye bölünmenin paranoid bir süreci başlattığını ifade eden Aydın’a göre; hasarlı egolar savaşmak zorunda, çünkü barış iyideki kötüyü, kötüdeki iyiyi görebilmeyi gerektiriyor ve huzursuz ediyor! Bizim böyle bir ortamda yapmamız gerekense, “kutuplaştırıcı nefret söyleminin hazzından vazgeçmeyi bilmeyenden” uzak durmak…

 

Bugünün Türkiye’si bir insan olsa, bir hekim olarak nasıl bir teşhis koyardınız? En belirgin semptomlar, öne çıkan kişilik bozuklukları ve hatta psikozlar neler olurdu?

Psikanaliz etkileyici bir söylem. Pek çok meseleyi açıklayabilmemiz konusunda sunduğu fırsatlar ve vardığımız büyüleyici sonuçların cazibesi açık. Ancak sosyal meseleleri konuşurken psikolojik kavramları kullanarak analiz yapma konusunda ihtiyatlı olmak gerektiğini düşünüyorum. Uzun uzun ayrıca tartışılması gereken bir mevzu… Bu nedenle müsaade ederseniz sosyoekonomik değişiklerle ilgili gözlemlerimden bahsederek başlayayım.

Bir defa globalizasyon süreci dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de yepyeni bir sömürü düzeniyle karşı karşıya kalmamıza neden oldu. Özellikle son 15 yılda orta sınıf genişledi ve farklı toplum kesimlerinin sermayenin paylaşımında sert mücadeleleri başladı. Artık iş, 20 yıl öncesinden çok farklı bir hale geldi ve muhafazakârların kendi diline, dinine, örf ve âdetlerine bağlı nesiller yetiştirme hevesleri; Ulusalcı-Cumhuriyetçilerin şeriat gelecek korkusuyla gösterdikleri reflekslerle sahnelenen çatışmanın çok ötesinde sınıfsal ve sınıf içi bir mücadeleye dönüştü. Daha açık ifade edecek olursam başlıca burjuva sınıf fraksiyonları, TÜSİAD, TÜRKONFED, MÜSİAD ve TUSKON gibi kuruluşlarda örgütlü kişi ve kurumlar kamu ihaleleri başta olmak üzere sınıfsal ve sınıf içi ciddi bir bölüşüm mücadelesine giriştiler.

Bu süreçte hemen her toplum kesimi tutunduğu mitlerin bir bir parçalanmasına tanık oldu. Temel saiki kâr ve güç sağlamak olan sistem işlemeye başladı. İşler tıkırında gitse de, kimi ulusalcı çevrelerin iddia ettiği gibi şeriat gelmesi bir yana, tüm ülke İstanbul’la eş zamanlı olarak at yarışları ve iddia kuponları doldurularak ya da tamamen dijital teknolojileri kullanarak bahis oynanabilen, en küçük kentlerde bile kadınların alınıp satıldığı fuhuş otellerinin açıldığı bir “AVM”ye döndü. Bir kesim para ve güç ile tanışınca, bir zamanlar kınadığı yaşam biçimlerini satın almaya başladı çocuklarına. Yola çıkarken kararlı ve inançlıydılar, yolun sonuna geldiklerinde yaşadıkları gibi düşündüklerini görüp şaşırdılar. Diğer kesim bu süreçte kendini zarara uğramış, tehdit altında hissetmişti. Cumhuriyet onlara umdukları gibi bir yaşam sunmamıştı, hatta bir zamanlar küçümsedikleri kesimler tarafından yönetiliyor, onların iş yerlerinde çalışıyorlardı. Çatı çökmüştü yani, terör olayları ve darbe ise bu çöküntünün üstüne tuz biber ekti.

İşte tam bu noktada psikanalizden küçük bir yardım alabiliriz. İnsanlar gelişimin belli bir aşamasında baş edemedikleri bir travma ile karşılaştıklarında gelişimin eski ve başarılmış evrelerine fantastik bir geri çekilme, “gerileme” (regresyon) yaşarlar. Benzer şekilde burada da mufazakârlar daha fazla dine, belki Osmanlı’ya dönerken, laik kesimler kurucu-milliyetçi ideolojilere sarıldılar. Bu durumu biraz da indirgeyerek bir bebeğin, bir çocuğun yaşantısına benzetebiliriz. Bebek için öylesine zor ve karmaşa içindedir ki bu dünya, bunaltıyla başa çıkabilmek için, süt veren memenin tarafında konuşlanmış “tamamen iyi olan” bizimkiler ve istediğimizde gelmeyen, kaçan, sütünü esirgeyenler yani “tamamen kötü olan” onlar diye ikiye böler nesneleri ve rahatlar.

Hem çocuklarda hem de yaşam koşulları çok ağırlaştığında, sıkıntılı zamanlarda duygusal ve bilişsel olarak hayatla başa çıkmakta zorlanan kimi kişilerde ve sınırda kişilik örgütlenmesi olan yetişkinlerde nesneler iyi ve kötü diye, biz ve onlar diye ikiye bölünür. Hayatın anlamı konusundaki şüphelerini bir türlü yenemeyen, bunaltısı ile başa çıkamayan insan, her seferinde en başa dönüp kolaylıkla hükmedebileceği, üstünde etkili olabileceği hemcinslerini iyiler ve kötüler diye ikiye böler bu anlamda. Başka deyişle kontrolünden çıkmış, anlamını kaybetmiş yaşamını yeniden anlamlandırıp, içindeki kötüyü/kötülüğü dışa yansıtarak eksiklik duygusundan kurtulmaya çalışır.

Mesele bir “kötü nesne” yaratılabilmesinden ibarettir esasında. Çünkü korku yerine bunaltı yaşaması, içinde yaşadığı karmaşanın failinin bilinmezliğinden kaynaklanır. Bir kötü “nesne” yarattığında da korkusunu öfkeye dönüştürebilir, çünkü korkunun kaynağı ve öfkesinin hedef tahtası bulunmuştur. “Ben” kesin hatlarla iyi ve kötüye bölünürken, kötü nesnenin dışa yansıtılması sürecinde paranoid savunmalar da kullanılır. İdeolojiler de tam da bu nedenle vardır, kimlik bütünlüğünü koruyabilmek, bir bütünlük hissi oluşturabilmek için.

Toplumumuzda insanlar beraber yaşadığı kişilere de, yarınlarına da güvenemiyor. Neden böyle bir toplum olduk? Ve birey böyle bir ortamdan nasıl etkilenir?

Az önce konuştuğumuz sosyoekonomik değişiklikler, toplu ölümler, terör saldırıları kişilerin bütünlük algısını kökünden sarstı, kaygılandırdı. Kaygının nesnesi yoktur ve bunaltıcıdır. Kaygı varlıktaki "eksik"le bağlantılı olduğu için çok ıstıraplıdır. Korkunun ise nesnesi bellidir ve rahatlatıcıdır. İnsan yavrusu "eksik" oluşun verdiği bunaltıyı korkulacak bir nesne bularak aşar. Yani insan, kaygıyı nesnesi belli olan korkuyla değiştirmek ister. “Şey”leri iyi ve kötü nesnelere bölme, kötüyü dışsallaştırma ve son toplamda kötü bir nesne yaratma paranoid bir süreci başlatır. Bu da her şeyden kuşkulanmanıza ve kimseye güvenmemenize neden olur. Başka deyişle huzursuzluğa katlanamayan hasarlı egolar savaşmak zorundadır. Çünkü barış; iyideki kötüyü, kötüdeki iyiyi görebilmektir ve huzursuz edicidir!

ABD’li psikanalist Adam Phillips,“Ya yanına kar kalmak yeni bir ahlak ilkesi ya da tasarısı olsaydı? Ya bu terim yeni bir ahlakı muştuluyor olsaydı?” diye soruyor... İnsanın aklına Türkiye geliyor ister istemez, masumların cezalandırıldığı, kötülüklerin ceza almadığı bir toplumda geleceğimizi nasıl görüyorsunuz?

Ben yaşamın hep ileriye, olumluya doğru ilerlediğine inan iyimser biriyim. Tarihin her bunalım dönemi düze çıkmıştır, hem de daha iyiye, daha güzele… İnsan her seferinde biraz daha özgürleşmiştir. “Katı olan her şey buharlaşıyor” ve bu bana göre bugüne kadar yaşamış tüm insan topluluklarının vardığı en ileri aşamadır. Ancak şu konuda size ve Adam Phillips’e katılıyorum; bir sonraki kuşağa aktarmakta en çok zorlanacağımız şey dürüst olmanın daha iyi bir şey olduğunu anlatmak olacak. Çünkü inandırıcı olmayacak.

2016'yı nefretle uğurladı çoğu insan. Onlara tavsiyeniz ne? İçimizdeki yangını, isyanı nasıl yönlendirebiliriz?

Kötüyü daha da kötülemekle, kötü daha da kötü olmaz. Bu, kötülüğü sıradanlaştırıp meşrulaştırırken, bunu yapanı da bayağılaştırır. İdeolojik önyargı, kişiliğin tamamen kapanması imkânsız yarıklarını yamamakta kullanıldığı için, aksi kanıtlandığında bile değiştirilmesi zordur. Bu önyargılardan kurtulmak ise kendinin pür iyi, ötekilerin pür kötü olmadığını anlamaktan, insanın iyi ve kötü yanlardan, eylemlerden oluştuğunu kabullenmekten, kendindeki kötüye katlanabilmekten, ötekindeki iyiyi görebilmekten geçer. Kutuplaştırıcı nefret söyleminin hazzından vazgeçmeyi bilmeyenden, hatta bunu bilmediğini de bilmeyenden; ne yandan olursa olsun uzak durmalı!

 

Kapak Fotoğrafı; Osman Orsal, Reuters

 

 

 


Herkes bilsin