Menu

Erkek egemen kültür üzerine...

Sebla Kutsal

 

Geçen hafta yana yakıla konuştuğumuz ‘cinsel istismar önergesi’ kısa süre önce geri çekildi.  Hemencecik sular duruldu, galeyana gelen kitleler sakinleşti, gündem yeniden normal akışına girdi. Peki, biz inkâr etsek de önümüzde dev bir utanç anıtı gibi duran toplumsal gerçekler de, soğumaya bırakılan önergeyle birlikte yok olup gitti mi? Taciz, tecavüz, ensest, pedofili ve bunlara kesilen yetersiz cezalar, kahreden hafifletici sebepler, halının altına süpürülen tüm pislikler; tüm bunlardan arındık mı yani?

Nimet Çubukçu’nun Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan olduğu dönemi anımsayın. ‘Aile içi cinsel istismar’ üzerine bir araştırma yapılmıştı. Çok geniş bir araştırmaydı bu. Farklı yörelerin, farklı sınıfların hepsi bir araya getirilmişti. Büyük bir rapor açıklanması bekleniyordu, ama açıklanamadı. Çubukçu’ya sorulduğunda “Bunu yayımlamıyoruz; toplumda infiale neden olur” demişti.

Gözümüzün önünde olup bitenler bir yanda, yen içinde kalan kırık kollar da cabası! Daha ne kadar susacağız?

Susmamak, unutturmamak, erkek egemen kültürün sapkınlıklarını normalleştirmemek adına, farklı duruşuyla dikkat çeken Psikiyatr Agâh Aydın ile söyleştik.

 

Ensest, pedofili gibi sapkınlıkların bile tartışmaya açıldığı, Lût Kavmi'ni andıran bir topluma dönüştük. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir defa ensest ve pedofili vakalarının sıklığında geçmişe göre bir artış olup olmadığını tayin edebilmemiz için daha önceki yıllarda ne düzeyde olduğunu bilmemiz gerekir. Geçmişe dair elimizde yeterli veri yok. Hatta maalesef günümüzdeki araştırmaların da gerçek sayıları yansıtıp yansıtmadıkları bile tartışmalı. Pek çok kişi korktuğu veya utandığı için konuşmuyor, bu amaçla yapılan çalışmalara, anketlere, araştırmalara katılmaktan kaçınıyor. Ancak son yıllarda özellikle kadın derneklerinin ve kimi sivil toplum örgütlerinin verdiği mücadeleler sayesinde maruz kaldıkları şiddeti dile getiren kişi sayısında ve mevzunun tanınırlığında artış oldu.

Mevzunun tanınırlığı artınca ortaya nasıl bir resim çıktı peki?

Nihayetinde neredeyse her ailede bu türden bir olaya ya maruz kalan ya da bir şekilde tanık olan birilerinin olduğu gibi dehşet verici boyutlarda bir gerçek ortaya çıktı. Aile mitini görmezden gelip doğrudan toplumsal gerçekliğe bakamayız. Kurulu düzeni ve onun en temel yapı taşı olan ailelerden başlamak üzere tüm muktedirleri tehdit eden bu gerçek karşısında elbette ilk tepki yok sayma ve/veya “kol kırılır yen içinde kalır” şeklinde bastırma, kapatma yönünde oldu. Böyle oldu, böyle oluyor çünkü erkek egemen kültür, doğası gereği eksikliğini, yanlışlığını, sapkınlığını gizleme üzerine kurulur; o korkmaz, o hata yapmaz, o yenilmez!

Sürekli olarak hataların gizlendiği toplum nasıl marazlar doğuruyor?

Tam olma arzusundaki erkeklik eksikliğini gizlemek, tammış gibi, varmış gibi yapmak zorunda hissettiği için fantezisine hapsoluyor; eksik olduğunu kabul etme pozisyonundaki kadınlık ise simgesel düzene teslim olmadığı için yokluğuyla var oluyor. Büyük insanlık ‘Dişilin reddi’ üzerine kurulu ve tam da bu nedenle kültür, olma arzusunun doyurulması yolunda ona hakikati yani eksikliğini hatırlattığı için kadınlığı, yokluğu, ölümlülüğü görmezden geliyor, reddediyor. İşte son günlerde 12-13 yaşlarındaki çocukların tecavüzcüleriyle evlendirilmelerinin legalleştirilmesi girişimi de benzer şekilde “bizde öyle şeyler olmaz” ya da oluyorsa bile bu normal bir durumdur demeye getirilen erkek egemen kültürün tamlık fantezisinin bir ürünü. İşte bu dil ele alınmadıkça, tartışılmadıkça, olmayan bir şeyi varmış gibi yapmanın trajikomik gösterisine dönüşen erkeksiliğin, erkekliğin kitabı yeniden yazılmadıkça coğrafyamızda, kültürümüzde önümüze çıkan her sapkınlık legalize edilmeye çalışılacaktır, hem de her gün, durmaksızın yenilenen yeni bir kılıkla…

"Suç" kavramı ve onun içini dolduran bileşenler evrensel midir? Yoksa AK Parti iktidarından bazı kimselerin dediği gibi kültüre göre değişim gösterebilir mi?

Elbette evrensel bir suç tanımı var ve bu pek çok uluslararası sözleşme ve bildirgelerle belirlenmiştir. Türkiye de bu sözleşmelerin hemen hepsini imzalamış ve taraf olmuştur. Ancak kimi ülkeler ve/veya topluluklar insanlığın yüzyıllardır oluşturduğu bu birikime sırtını çevirmiştir. Örneğin, yamyamlık bir kültür olarak kimi kabilelerde yakın zamana kadar sürmüştür. Ancak bu insan yemeyi suç olmaktan çıkarmaz.

En temel insan haklarının tartışmaya açıldığı bir ülkede, gelinen noktayı neyle açıklayabiliriz? Cehalet mi, akıl hastalığı mı, kötülük mü?

Hiçbiriyle açıklayamayız. Cehalet bilgiyle karşılaştığında kendiliğinden düzelir. Akıl hastalığı tamamen farklı bir durumdur, bir haldir; toplumdaki olumsuzluklarla, sapkınlıkla, yanlışlıklarla bir ilgisi yoktur. Kötülük ise öznel bir durumdur ve bir kişi neyi niye yaptığını, niyetini açıklamadığı sürece dışardan bakarak böyle bir hüküm veremeyiz. Bana göre bir kimsenin söyleyeceklerini bilgisi ve aklı değil, daha çok arzusunun ne olduğu belirler. Birinin masum olduğuna dair duyduğunuz şiddetli arzu (ihtiyaç), onun masum olduğuna sizi ikna etmeye yeter. Eğer kişiliğiniz, arzularınız üzerinde bir iç görünüz yoksa bildiklerinizi son harfine kadar o arzunun gerçekleşmesi için kullandığınızı anlamanız imkânsızdır. İnanç arzudan sonra gelir. Yani inanç arzuya dayanır. Mülâkatın başında da söylediğim gibi erkek egemen dil ve o dilin ürettiği kültür; yanlışları, eksiklikleri ve yarattığı travmalar ile yüzleşmeye gönülsüzdür. Hatta bu kusurları tamlık fantezisi uğruna kapatma arzusundadır. Bu nedenle bazen sapkınlıkları bile savunurken bulabilir kendini, savunucusunun niyeti kötü olmasa bile… Böyle bir yanlışa düşmemek için pratik bir öneride bulunabilirim. Örneğin, 12-13 yaşındaki kızların tecavüzcüleri ile evlendirilmeleri ve bu kişilerin cezalandırılması ya da cezalandırılırlarsa mağduriyet olup olmadığı ile ilgili şüpheleriniz varsa, bu durumdan kurtulmak için mesela başka bir suçu düşünün: “İnsan öldürmüş birinin iki çocuğu varsa affedilsin, çocuklar mağdur olmasın” der miydim diye kendinize sorun…

 

Beden politikalarının uzun bir mazisi olduğu muhakkak. Bugün Türkiye'de insan - bilhassa da kadın bedenini -  idealize etme (beden kültü) ve ondan utanma/onu bir şer kaynağı olarak görme gibi iki marjinal yaklaşım hâkim. İlki kapitalizm ve kültür endüstrileriyle besleniyor, ikincisi din ile. İkisi arasındaki "normal"i nasıl bulacağız?

Dünyadaki taşınmazların yalnızca yüzde biri kadınlara ait. Bu her şeyi açıklıyor bana göre. Para kimdeyse onun hukuk sistemi, onun istekleri, onun eğitim sistemi dayatılıyor toplumlara.

Diğer taraftan çağ insanının en temel sorunu yalnızlaşma ve yaşadığı topluma yabancılaşmasıdır ki, bu ruh halinin en önemli nedeni de liberal ekonomilerdir. Yalnızlaşma ve yabancılaşma ile başa çıkabilmenin bir tek yolu vardır o da ötekilerin acısına tanıklık edebilmek, insanlarla bir arada olabilmektir. Aksi halde toplumsal bağların zayıfladığı, boşluk ve depresyonla boğuşan insanların çoğaldığı bir dünyada yaşamamız kaçınılmazdır. Çünkü insan sadece grup bağlamında var olabilen, bir başkası dolayımıyla özneleşen, bütünlük kazanabilen bir varlıktır.

 

 

 


Herkes bilsin