Menu
24 Şubat 2018

Şairler Parkı -XI

Feridun Benden

 

Kur’Ağaç’ın gövdesine Ney’iyle üst üste dokuz kez vurdu Tevfik, çıkan notaları dinledi…

‘Böylesi gerilmiş kabuğa henüz rastlamadım:

‘re mi re, mi fa mi,  fa sol fa’ otuz ikilikleri; etkileyecek şimdi bu Mecnun’u!’

“Haydi kalk (!) neredeyse akşam oldu saat!”

“Beni yalnız bırak Ney(z)sen!”

“Bahçemizde şenlik var; duymuyor musun?”

“Oy Trabzan Trabzan/için kalay için kalaylı kazan için kalaylı kazan/Efkârlı günlerume efkârlu günlerume/Geldi çattı geldi çattı Remazan.”

“Kulaklarım işitiyor, Şevval de, gel gel diyor…”

“İlk kez mi (?) terk edilmişliğin, hadi naz eyleme GEL!”

“Kimseyi görmek istemiyorum…”

Gittim dere yukari/Buldum guşun buldum guşun folini buldum guşun folini/Penceremden aşağı penceremden aşağı/Ver boncuklu ver boncuklu golini ver boncuklu golini.”

Kemençenin oynak nağmeleri, davulun ritmi, klarnetin tiz sesleri Kur’Ağaç’ı, dünyaya yeni merhaba demiş çocuk misali kovuğundan çıkarttı (Ayaklarından tutulup baş aşağı silkelenmedi ve kıçına vurularak pişpişlenmedi (!!!) Makbetler’in sonunu hazırlayandı O!!!)

Seslerin geldiği yöne ilerledi, Oktay’ın karşısında Şiirli Bahçe sakinleri serçe parmakları birbirlerine kilitli, Horon tepiyorlardı…

Sam, estrümanların önünde, nağmelere ayak uydurmuş oynuyor, gülüyor ve güzel sesiyle eşlik ediyordu…

İsa’dan Önce (?)  gün ay yıl bilinmiyor, saat gece yarısını çoktan geçmiş, Sarıyer İç Liman’daki salaş meyhanenin üst katına, topu topu dört masa vardı, düşmüştü, Sam..

“Oy Trabzan Trabzan/Senden ayrı senden ayrılacağım senden ayrılacağım/Sen aklıma gelende sen aklıma gelende/Düşüp bayılacağım düşüp bayılacağım.”

Kur’Ağaç göründüğünde, dizi başı Asaf; ayrıldı sıradan, elinden tutarak:

“Giğ sen de, sığaya, kim bığakılmadı ki!”

Nigar hanımla misafir Leyla Saz hanımefendinin arasına taşıdı, serçe parmaklar kelepçelendi, kollar yukarda, ayaklar ileri geri savruldu…

‘Can Can mı (?) yapıyoruz ne! Bu şenlik her zaman 10 Haziran’da yapılırdı; şimdi ne oldu (?) 10 Ocak’da?!

Aniden türkü değişti, Giresun Kayıkları’na geçti:

“Giresun’da kayıklar/Kızlar finduk ayıklar/İHTİYARA kız verme/Gece gündüz sayıklar//Ninna aslanım ninna/Ninna güzelim ninna.”

Neyzen’in Ney’i yere düştü, ellerini başının iki yanına götürdü, yumdu onları, yumrukladı yumrukladı… ‘Olmadı olmadı olmadı bee (!) bu, şimdi, Kız!..’

Önce ayak sallanmaları yavaşladı, durmak üzere sarkaçlı duvar saatiydi, sanki (!)  kolları iki yana düştü, hücreye tıkılan gazeteci misali açıldı kelepçesi…

‘Biliyordum darbeyi (!) dost hatırı işte, sindir bakalım, nasıl olacaksa??’

Kur’Ağaç’ın çöküşü, eğlenenlerin içlerine sinmedi, Neyzen, yerden kaldırdığı Ney’iyle ‘Tiiii…’ sesi çıkarttı…

Kur’Ağaç, yıllar önce izlediği, sekiz Oskarlı İnsanlar Yaşadıkça filmindeki er Prewit’in (Montgomery Clift) arkadaşına veda ettiği, trompetin seslendirdiği hüznü yaşadı, bayraklar yarıya inerken…

Oynayanlar başları önünde ağır ağır yerlerine döndü, Şevval ve arkadaşları kayboldular, buhar misali, gün batmak üzereydi, bulut parçası aralığından göründü Selene, vücudunun yarısını yemişti!!!

Oktay’la baş başa kaldı, Kur’Ağaç.

Kar yağmağa başladı, savurarak sözcükleri:

“Dişli rüzgârlara karşı büyüttüm/Düşman gecenin içinde seni/Bir damlacık aydınlığım/Kalemime kâğıdıma şavkı vuran/Avucumda koruduğum bu güne”

Beşlisi döküldü, kar tanelerinin güzelliğine uyarak bahçeye…

“Kusura bakma Rıfat, neş’enin içine pisledim…

Ziyarette geciktim; Paris’de Tarancı ile biliyordum seni…

Avenue des Champs-élysées’den bakınarak yürürken gözlerinizin uğradığı; Louvre Sarayı, Arc de Triumphe du Carrousel, Tuilleries Bahçesi ve Luksor Dikilitaşı; oysa benim gözlerimin önünden; Sultanahmet dikilisi, Firavun Tutmosis III’ün, Heliopolis hediyesiymiş diye söylenen, nice Osmanlı temliğinden götürülen parçalar misali, aslında çalıntı, Teodosius Obeliksi ve İmparator I. Konstantin onuruna dikilmiş   Çemberlitaş Sütunu geçiyordu…  

Montmartre tepesine doğru yokuşta; sinemalar, Lido Kaberesi, tiyatrolar, restaurantlar, cafelar daha neler neler (?!) unuttuğum Bar Çiçekler, üçüncü sınıf Mağaralar…

Sanatçılar sokağında Salvador Dali, Amedeo Modigliani, Pablo Picasso ve diğerleri.”

“Yaptıklarını izlemeğe, gün yetmez…”

“ Maulin Rouge’de kaçamak (Tarancı iş bulmuş kazanıyor, sen de burslu öğrenci, Maliye’nin) yapmışsanız gece bitmez; eğlenecek, orta halli (Ne de olsa şairsiniz) iki Fransız sevgili de bulmuşsanız Elysion’da  (kutsal kitaplarda bahsi geçen yer) sınız....

Başka gün…

Fikret Mulla’yla karşılaşmışsanız oralarda dolanırken, onun bildiği meyhanede kötü şarabın burun deliklerini sızlatan  kokusu, damak ve dilinizdeki acılık, tokuşturduğunuz dizelerle Bourbon’a dönüşür, Mualla’nın eskizleri, yanınıza gelen üç kâğıtçı simsar tarafından hesap olarak ödenir!!!”

Başıboş dolaşmalar her hücrenizin özgürlüğü olmuştu o yıllar:

“Bütün karanlığı versem size giden geceyi durduramazsınız/Işır odamızın havası kaçar çeşmelerinizden durduramazsınız/ ben denize bakarım sandalca uzaktan/Siz yüzersiniz bir kuş uçar bir gemi geçer durduramazsınız.”

“Tüm bunlar ve benzerleri, Tarancı’yla kaçırdıklarınız olmalı (…) Agamemnon’un güzel karısı Héléne misali Paris’i anımsatan!!!

Döndüğünüzde; ‘Garip’le karşılaşmanız:

“Bir bahar akşamı rastladım size/Sevinçli bir telaş içindeydiniz/Derinden bakınca gözlerinize/Neden başınızı öne eğdiniz.”

Selahattin Pınar’ın Hicaz şarkısına güfte yazan Edip Baksı’ya denk gelmiş…

İnsan âvare olunca mı?

“Ölürse balıkları güneşin/Susuzluktan dağın ardında/Düşerse kuluçkaların altına/ Bu      ağır bulanık meydanda.”      

DEĞİRMİ’ deki ilk dörtlü misali dağılır sağa sola…

YAŞADIKÇA şiirin:

“İyi gün gecesiz gün durmadan doğurduğum/Sonrasız aynalara yasladığım merdiven/Çiseliyor üstüme dallarının altında/Ev-sokak-yüz-güneş kırpıntıları.”

Koyar nokta…”

“Gençlik işte (…) yazdıklarımın meyveleri toplanmış ÂŞIK MERDİVENİ kitabımda…”

“Şu GARİP’i senden işitmek güzel olacak sanırım.”

“Garip, başka garipliktir bendeki!

Orhan ve Melih lise arkadaşlarımdı; o yıllarda lisenin ‘Sesimiz’ dergisine imzalarımızı atmış, Tercüme Bürosu’nda yine karşılaşmıştık…”

“Siz, hiç kopmadınız ki, bibirinizden!

“Haklısın!”

“Daha sonra varlık, Aile, Yaprak, Yeditepe, Yeni Dergi’lerde boy verdin.”

“Tüm bunlar, suyun derinliğini anlamak hesabıydı, eller ve kollar yukarda!!!

Geçen yıllarda yollarımız ayrıldı; paralel sürüklenen demiryolları makası misali!!!”

“Melih’le makas birleşiminde yeniden karşılaşmadınız mı (?) ne de olsa yılları geçmiştir orada!”

“Aklıma gelmiyor, yıllar geçmiş aradan, ben avukatıydım kurumun, suç işlediğini duymadım sevgili arkadaşımın!!!”

“Hocanız Tanpınar’ı dışta bırakmazsın sanırım!”

“Kuşkusuz!!! Ne bırakmışsa içimizde ondandır diyemeyeceğim kendi adıma.”

“Biliyorum…”

“Yetmez (!) yaşamak de gerekir…”

“Haklısın !”

“Boşa düşmüş, amlamsız sözcük!!!”

“İstemiyorsan anlatmamı, sözü sana bırakayım, nicedir suskun kalmışsın, siteminden belli!”

“Macar Hurşid Bey, Türk ve Batı müziği ustadı, beste yapacak denli; Albay Hasan Rıfat Bey, şiire gönül vermiş; Ali Rıfat Bey udî ve bestekâr; Celile Hanım ressam (Nazım’ın annesi) akrabalarım arasında, dahası da var; saymakla bitmez, hepsinin küçük küçük renkleri üzerimde (…) aydınlık geleceğimin portresini çizmemde yansırlar…”

“Tanpınar hocayı da, öte yana atmak olmaz; Şu dizeleriyle:

“Bu akşam, bu tenha saati ömrün,/Uzak servilerin arkasında gün./Bu yaprak döşeli hazan bahçesi,/Suyun uzaklaşan, yaklaşan sesi…/Ve yanık türküsü dalda bülbülün,/Ateşten çemberi üstünde gülün.”

İle yâd edelim gün bitimini Haşim’i düşünerek…”

“Benim tercihim:

“Bursa’da, bir eski câmi avlusu,/Küçük şadırvanda şakırdayan su,”

Dizeleriyle başlayan BURSADA ZAMAN şiiri olmuştur, uzaktan Beyatlı’yı anımsatan!…

GARİP,  başlangıçta dostların birbirlerini garipsemediği yapıt; 26-44 sayfalar arası şiirlerin yirmi biri benim imzamı taşır…”

“Orhan’la AĞAÇ şiirine attığınız imza:

“Ağaca bir taş attım;/Düşmedi taşım,/Düşmedi taşım,/Taşımı ağaç yedi;/Taşımı isterim,/Taşımı isterim!”

15. 9. 1937 Varlık dergisinde yayınlanmış, Garip’in ilk baskısına taşınmış…”

“1945 de yayınlanan Orhan’ın yeni Garip”i bana çok garip gelir (!) nedenini bilen bilir!?”

“Yalnızlık desem! Olabilir mi sence?

“Kim bilir (?) belki! Tercüme Bürosu’nun kapanması, öğle rakılarının unutulması, parametreleri olabilir!”

“İnsan, hele sanatçı (…) kapalı kutu” diyelim, noktayı koyalım…

“YAŞAYIP ÖLMEK AŞK VE AVARELİK ÜSTÜNE ŞİİRLER” kitabında okudum Garip’dekileri; henüz İkinci Yeni’yle buluşmadığın yılların ürünleri…

“Kitabın yanında defter/Defterin yanında bardak/Bardağın yanında çocuk/Çocuğun yanında Kedi/Ve uzakta yıldızlar yıldızlar”

“Parlar demiyorsun ne güzel?!”

“Niye (?) söyleyeyim ki, onlar zaten PARLAR!!!”

“YILDIZLAR şiirin böyle…

Fakaaat (!) şiir duyguları, düşünceleri, olayları anlattığı kadar, şair dünyayı yeniden kurar hükmüne Fransız şair Audiberti’nin söylediklerine yatarak İkinci Yeni’ye pas atıyorsun sanki!

ÂŞIK MERDİVENİ’nden aldığım:

“1

Bütün insanlar sağ vapurlar dinç evler körpe/Kadınlar şamdanlardan incecik

2

Küçük kuş avucuma kon bugünlük yemem seni”

Bunları da ekleyeyim diyorum!

Sonradan vazgeçmiş görünüyorsun:

“Gerçeğin parçası olan sanatçı gerçek dışına düşemez, ancak sözcükler arasında savrulur kendini ararken” diye de noktayı koyuyorsun.

ÇOBANIL ŞİİRLER’den seçtiğim:

“Gençliğimdeki bütün ihtiyarlar/Bilirdi onu/Çizmesi kamçısı kan ter içindeki atı/Bir yaz akşamı inmiş ovaya/Gün batarken/Bir tas ayran içmiş/Zilha kızın elinden.”

‘ATLI’ sanırım bunu söylüyor…”

“Tam da böyle oluyor, zaman her şeyi değiştiriyor; özne ile nesne ikili sarmallaşıyor, sarmaşıkların yaprak ve çiçekleri, Leonardo Fibonacci dizilim misali!”

“Ünlü politikacımız ‘Dün dündür’ söylemiyle veciz anlatmıştı zaten; Mevlânâ’nın: “Dün dünde kaldı cancağızım” özlü deyişinde de görüyoruz!!!”

“Bak, ne diyeceğim:

“Âlemin bal şerbetinden bana ne?/İşte önümde benim ayran tasım.”

 A.Kadir çevirisiyle Mevlânâ, böyle!..”

“Anladığım, şair nesneyi özneye çevirir, tersi de, mümkündür Zerdüşt diliyle! Picasso için söylenen anektotta; tuvalini izleyen kişinin hayretle! ”Ama bu balık değil ki!” itirazına: “O resim!” yanıtı pek ünlüdür…

“Öyle de söylenebilir…

Adlandırmak anlamak değildir, ön yargı koymaktır!”

“Tao’nun söylediği değil mi bu?”

“Kalmış aklımda, senin bidonundakiler misali!!!”

“Oktay, çok mu derinlere indik, ne? Senin İSKELE’de:

“Denize baksam/Kayığın hatırı kalır/Ağaca baksam/Bulutun//Peki ya iskele”

Bidonumdaki tekerleme:

“Komşu komşu (!) huuu!../Oğlun geldi mi?/Geldi.”

Sorulu yanıtlı giden çocuk eğlencesi (…) son dizelerinde:

“Kara kedi nerde?/Ağaca çıktı./Ağaç nerde?/Balta kesti./Balta nerde?/Suya düştü./Su nerde?/İnek içti/İnek nerde/Dağa kaçtı./Dağ nerde?/Yandı bitti./Kül oldu.”

Söylemi, seni hatırlatır bana.”

“Garipçi (!) dostlarda, hep neş’eyi bulurum, çocuk olduğum günlere koşa koşa dönerim!”

“Yav (!) Rıfat, yukarıda değindim, araya afur tafur şeyler doldu:

Nedir (?) sendeki şu Garip’in garipliği??”

“Savaş yılları arifesinde Paris’de olmak, şans olabilir! Batının şiir birikimi, çağdaş anlatımı; bende bıraktığı izler…”

“Bunda, Fransızca bilmen pek de yadsınamaz sanırım, eşini (Sabiha hanım) de, Fransızca çevirmenler arasından seçmişsin; ne güzel, ‘iki kalp bir olunca samanlık seyran olurmuş’ derler ya…”

“İNANMA (!) her zaman böyle olmaz, hayatın harala gürelesinde!!!”

“Neyse, şimdi okullarda öğreteceğimiz Arapça ile Cahiliyye Devri’nin yedi Askı Şairleri: İmru-ül Kays, Tarafe ibn-ül Abd, Haris bin Ebu sulme, Antere bin Şeddad, Züheyr bin Ebu Sulme’lerin şiir geleneğimize katacakları değerin umudu doğacak mı sende?

“Ben bilmem (!?) büyüklerimiz daha iyi bilir!!!”

“Dümbüllü İsmail’in Orta oyunudur, son altı sözcük politika dünyasında (!) vaad edilen topraklara ulaşmak için desem!?”

“Deme! Niyet okuma ile suçlanırsın sonra…”

“İmru- ül Kays’ın seksen bir beyitli Yedi Askı şiirinden üçüncüsü, şöyle çevrilmiş:

“Sevgiliye ait yurdun geniş alanlarında ve su birikintilerinde, Bembeyaz ceylanların karabiber tanesine benzeyen gübreleri görürsün.”

İnsanın ‘boku’ kıskanası gelir, şiirlerde böyle anlatılırsa hani!!!

Bende Tarçın Kokulu Kız (!) imgesini uyandırdığını söylesem, yalan olmaz…”

“Keşki Suriye kökenli Lübnan vatandaşı, Arap Şair Adonis’i öğretseler!!!”

“Kitap fuarlarında görmüşlüğüm ve aklımda kalan şu üçlüsü var…

“Beni terk edip gittiğin zaman/Sanma ki kal diye yalvaracağım/Ben senin yerine ağlayacağım.”

Asaf’ın kulağı çınlasın!!!”

“Meraklı şiir severler bulabilir; isterlerse, Garip şiirinin manifestosunu, umarım katlanırlar bu güzel zahmete, zira araştırdıkça mal onların olacaktır! Sen de sayfaları şişirmekten vaz geçeçersin; böylesinin tatına doyum olmaz derim, naçizane düşüncem budur!”

“Armut piş, ağzıma düş, olmasın diyorsun!”

“Bana gelince, yaşadıklarımı, içimden ne geliyor, başımdan ne geçiyorsa yazdım!!!”

“Her şeyin sonu vardır; ÇOCUK şiirinle:

“Öldü öldüğünü bilmiyor/İki eli yanına geldi götürecekler/Gitmem diyemiyor/Tadamadı helvadan ve lokmadan/Bir teşekkür olsun edemedi/Tabutunu taşıyan dostlara//Ah ölümü kimseninkine benzemiyor.

“Mors tua vita mea!”

“Ne dedin?”

‘Senin ölümün benim hayata başlamamdır!’

Diye zırvaladım sanki (!!!) şimdilik kapatalım bu huysuz konuyu! Belki sonra yine çıkar karşımıza…”

“Nasıl istersen Kur’Ağaç…”

“Geçmiş günleri yâd ederek seni daha fazla yormayayım; ama uğraştıracağım kesin; kabre yatırdığınız çocuğun ardından, içine her şey doldurulan İKİNCİ YENİ geliyor; PERÇEMLİ SOKAK’la…”

“Aydınlık gölgesi gibi gelir peşinden, Yarı belinden yukarısı damların üstünde.”

10 Haziran 1918 (…) doğduğun evin denizi gören yamacına yaslanmış konumu, hemen üstünden geçen sokak; diyelim ki, burası; şair, dilbilimci Sami Rıfat’ın Vali konağı olsun, içinde, salınarak dolaşan, Hasan Enver Paşa’nın kerimesi Münevver hanım yaşasın, masallarda anlatılan!!! 

Baba oğul ilişkisi nasıldı (?) sormayacağım.

“Bir kitap taslağı, bir maket hazırla, yayınlatmaya çalış” öğüdünü tutamadım, diye yükleniyorsun kendine (!), ( Kim (?) verdiği sözleri tutuyor ki, yasalarda bile olanları teğet geçiyorlar, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde!)  nerede (?) görülmüş her istediğimiz şıp diye gerçekleşebilsin, ama referanduma dair anlatılan pek çok naneye (!) maç devam ederken yeni kurallar ileri sürmeler ayyuka çıkmış bu günlerde!..

“Ya (!) Kur’Ağaç,10 Ocak’ı yaşarken 16 Nisanı nasıl gördün (?) anlamadım (!) bizim İkinci Yenicileri çılgına çevireceksin, düşünemedikleri için bu anlatımı, kahredecekler kendilerine!!!”

“Anlattıklarım masal, kronikler değil ki!?”

“Yani pirenin berber, devenin tellallık günleri diyorsun!”

“Öyle işte!

GECE YAZI, Yves Bonnefoy’dan yapılmış terceme:

“Bana öyle geliyor ki, bu akşam,/Yıldızlı gök, genişleyerek,/Yaklaşıyor bize ve gece,”

Stop (!) her hakkı mahfuzmuş, kısa tanıtım dışında; öyle söylüyor, YKY!

Bak ne buldum Bonnefoy’dan: “şiirin boş düşlere ve yalana dayananı ile alına yazılmış yazgısal olanı varmış?!”

İkinci Yeni’nin ara sıra başvurduğu, Letrizm’in nereye dayandığını bu anlatıma göre anlayamadım…

İsodore İsou, Romen asıllı, “Harf ötesinde hiçbir şey yoktur. Aklımızda harf olmayan ya da olmayacak hiçbir şey yoktur.” demiş…”

“Buna Hurufilik denir!”

“Sen daha iyi hatırlarsın, sözlüklerden sözcükler kesilip torbaya doldurulduğu, sonra  boça edilip tarot falı misali rastgele dizelerin yazıldığını!!!

Sana akımın önemli şairi François Düfréne’den:

“Dolce; dolce./Yaâse folce/Dolce; dolce/yoli, deline.”

Dolce’nin dışında diğerlerinin kıymeti harbisi yokmuş, Fransızca sözlükler bîhabermiş bunlardan, hele girdiğim sitelerden bazıları bozuk attı: ‘Ne diye beyhude oyalıyormuşum onları, başka işim yok mu imiş!?’

Kızdım doğal olarak:

“Tatlı tatlı/kafadan yumurtalı/Tatlı tatlı/deli, taralelli misin ne?!”

Diye çevirdim! Nasıl ama?”

“Adam genç biri, otuz doğumlu, hecelerin uyumunu gözetmiş, anlamı değil; beni anlayan yoksa bile itibarım çoktur, demek istemiş (!) herhalde?

Senin tercemen de fena sayılmaz, yeni akım yaratabilirsin, geliştirmelisin kendini…”

“Her neyse, aklıma doluşan resimlerden dizeler kurmayı başka bahara bırakayım; belki sonra, dizeleri geçerim burada”

Yeditepe’den çıkmış, Paul Eluard’dan çevirdiğin, yasakçılara inat olsun diye, elinden dökülenler şöyle:

“İnsan oldum taş oldum/İnsanda taş oldum taşta insan/Havada kuş oldum kuşta hava”

Alıntılamada korkum, alnımda leke yok, çalıp milyonlar kazandım diye?!

İkinci Yeni değil ama Yunus kokuyor burada; aklıma gelen dörtlüsü:

“Yalan dünyaya konup göçenler/Ne söylerler ne bir haber verirler/Üzerinde türlü türlü otlar bitenler/Ne söylerler ne bir haber verirler.”

Bu minval üzere; Saygun Oratoryosundan viyolonsellerin sesleri var bidonumda…

Sürdüreyim perçemini:

“Elini kaldırsan kırlangıçlar var.”

‘Denize akan ‘Kamikaze’ uçaklarıdır onlar, Harbour Limanı’nı kana boyayan (!) koruduğum için değil inan, boşuna bok yoluna gidenlerin acısıdır yüreğimdeki

 

 

“Dümen suyunda çıplak ağaçların,”

‘Küpeşteyi saymazsam, uzaklaşırken enginde sonsuzluğa, çürük suya gündoğumu gölgesi vurmuş, balıkçı tekneleri direkleridir onlar (!) Odysseus’un bağlandığı…’

“Erir bakındıkça gözlerimin mumu.”

‘Zaman akar akar, ‘Kırt kırt kırt, törpüsüdür ömrün!’, ‘Pantha rei’, değişmeyen tek şey değişmedir…’

“Böyledir bu şehrin saatleri,/Bu camların yüzdüğü karanlıkta.”

‘Açık denizde hamsinin peşinde koşarken takalar, özleyenlerin soluk aydınlığıdır pencerelerden dökülen karanlık sulardaki yansılar…’

“Sallarım bağırarak mendilimi,/Yollar sende başlar, sende biter./Açık denize dökülmeden önce.”

‘Fadime’nin Karadeniz uşağına salladığı,  Hemşin usulü bağlanmış pul oyalı çemberidir o, denize uğurlanan sevgiliye, gözyaşlarıyla ıslak (!!!) uzaklaşan teknenin ardından…

Sende FADİME KIZ :

“İki elinde su dolu iki kova (Sanki Paul Dukas’ın Sihirbazın Çırağı!!!) /Bahçe dibi serviye doğru/ Fadime kız geliyordu/Anası çamaşırları yummuş/Çitin üstüne seriyordu/Ağası çömelmiş duvar dibine/Çenesi dizlerine dayalı/Tütün içiyor.”

Çizdiğin sahne, Yılmaz Güney’i anımsatıyor; çaresizlik içinde kalmış insanın karesini!

Böyle canlandırmışsın sen de,  yaşamın tam orta yerindeki umutsuzluğu…

Kısaca nedir İkinci Yeni?”

“Kısacası, uzun(a)cası (!) olmaz şiirin!!!

Koymuştur adını Muzaffer Erdost…

Birincinin tersi midir (?) İkinci, diyeyim kendime (!) bu da yetmez!

İmgeyi serbest bırak, sevgilin Selene’yi anıştır; o kadar da sadelik şaire yakışmaz; şiirin rüzgârına edebî sanatları bırak, yükselsin mavi gökyüzüne; sana yetişmeye çalışsın okuyucular; hikâye, roman konuşma diliyle hayatı anlatsın; sen yalvacın diline yaklaş; sözcükleri anlamından sıyır, Necati’nin yatağında uzanan kadın misali, çırçıplak…”

“Ne güzel anlatıyorsun, yorulduysan sürdüreyim ‘Perçemli’nin peşini…”

“Yazık olmayacak mı (?) absürdden sıyrılmak için harcayacağın emeğe ve zamana!!!”

“Zor be Oktay (!) yalan kıvırmak, politikacının yönlendirdiği hukukçuları kıskandırmak!!!

“Yarısı gündüz bardağın yarısı gece”

‘Bardağın yarısını dolu öteki yarısını boş saymak, bölmek değil midir insanları; yüzde elli yüzde elli; sevinçli ve kederli!’

“Karanfilden küçük,/Ay ışığından ince.”

‘Benim için; güller, bülbüller ve ay ışığı ile özdeşleşen bilmece önce!’

“Çimer akarsuyunda düşüncenin,/Koşar koşar koşar..”

‘Sevdalar hep böyledir, Leyla ve Dafne’nin peşini sürer!

Oktay, bekle biraz; yaşlandım artık, Sokak dik, ortasında nefes alayım (…) Gülriz’in alnına akan perçemi seyredeyim…

İkinci Yeni Arkadaşlarından söz et de, soluklanayım…

“Berk, Cansever, Ayhan, Süreya, Uyar aklıma gelenler; birer örnek versen diyorum…”

“İşimi yokuşa sürüyorsun, çok bilenlerin yargılamasıyla karşılaşmaktan korkuyorum: ‘Hep(i)si hırsızlama, yazdıkların bi’bok değil (Eleştirinin olgunluğuna bak -İmr-ül Kays’ı düşün- parmak ısırtır!!!), söylemi, içkinin güzelliğidir diye yorumluyorum!!!”

“No’lacak canım (!) onları yâd etmek benden nefes olacaktır, Neyzen’in Ney’i misali!!!”

“Bidonuma baktım; açtım iki bin otuz sekiz sayfalık TOPLU ŞİİRLER kitabını, lotarya sanki (!) çıktı yedi yüz yirmi beşinci sayfa, on sekizinci satır, yine talihsizlik kovaladı peşimi;

Dipten Gelen Dalga misali (İlya Ehrenburg’u hatırlattı! İkinci yıkım yılları, senin de yaşadığın Paris’de geçen)…

İlgimi daha çok çeken, Orhan’ın dalga geçtiği Haşim’den, Ziya Özbekcan bestesi Kürdilihicazkâr’ı:

“Bir gamlı hazânın seherinde ısrâra ne hâcet yine bülbül/Bil kalbimizin bahçelerinde can verdi senin söylediğin gül.”

Çalışırken döküldü radyodan gecenin dördünde ya;”

“Sabahın dördü diyorsun!”

"Oktay, bende ne sabah ne akşam ne de gece var; hep(i)si iç içe geçmiş…

 Aşağıda seslendireceğim, Berk’den:

“……

Bugün Ortaçağ yapıları gibi dökülen beni, sizin yirmi üç yaşınız böyle buldu işte!”

Tuzu biberi oldu; eğlencenin içine ettiğim anım, denk geldi; ne söylesem boş, döneyim senin Perçemline:

“Beyaz mendiller vardı havada”

Döndürmüyor nağmeler işte, Lemi Atlı, aynı makamdan kovalıyor yazdıklarımı:

“Bir kendi gibi zalimi sevmiş yanıyormuş/Duydum ki beni şimdi vefâsız anıyormuş.”

“Takma bunları, sürdürelim sokağımızda yaşananları:”

“Çalgılı gemiler balkonlarda açık saçık,/Bir kız vardı yok gibi, öyle güzel.”

‘Onlar Kuzey komşumuzdan transferler, özlediğin topraklarda her yerdeler!’

“Ne yerde, ne gökte, belki tuzda,/acısında, ekmeğin dilim dilim buğusunda.”

‘Sen de biliyorsun, hoyrat Karadeniz sularına verilen emeğin, apış aralarındaki kaybı, kim bilir (?) kaç evi barkı, yıktı yaktı!!!’

“Ya (!) Kur’Ağaç, yorumlarında; yaklaştıkça uzaklaşıyorsun, İkinci Yeni’nin şiarına denk geliyorsun sanki!”

“Devam edeyim mi sokağına…”

“Yeter artık, şiir böyle yazılmıyor diyenler çoktur!

Melih, Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üzerinde ve bazı uzun şiir denemelerinde teğet geçti İkinci Yeni’ye, Orhan’ın ise ömrü yetmedi yazık ki!!!

“Garip şiirini”; Orhan, ‘Boğaziçi’nde Bir Garip Orhan Veli, Perçemli Sokak’da ben, Tohum ile Melih bitirdi derler ya; sen boş ver onlara, Ali’nin Zülfikârı mı bu?!”

“Orhan’ın Boğazçin’deki yalnızlığı bilinir şarkılara güfte ve beste olmuştur; ama Melih’in TOHUMU:

“Kim bilecek… Kapalı kutu/Ama bulut, yağmur bulutu/Gelir kararır nerdeyse/Tohum altta nefes nefese/Kulağı gök gürültüsünde.”

Son beşlinin ilk sorusu (?) ‘Kim bilecek…’

Anlatırken Melih’i, içimde ukde kalmıştı, mademki tüm dostlar bir arada bulunuyor; ANI’sı önünde eğilelim:

“Bir çift güvercin havalansa/Yanık yanık koksa karanfil/Değil bu anılacak şey değil/Apansız geliyor aklıma.”

Der ya…

Julius ve eşi Ethel Rosenbergler’in 1951’de infazlarını anlatır; ABD’nin yediği her zamanki halttır; ama kimse hatırlamaz ‘İtham Ediyorum’ makalesiyle karşı çıkan Emile Zola’nın Dreyfus Davası’ndaki direncini!”

“Eleştiriyorsun ya beni, tahteşşuuruna (!) bakarım senin, çocukluğunda depoya dolanlar; ‘İlk giren son çıkar’ muhasebe dersidir bendeki!”

“Hadi soluk al, bidonunda Edip’in nesi var (?) okuyalım:”

BEN RUHİ BEY NASILIM yüz beş sayfa, onlarca bölüm, Koza Yayınları’ndan çıkmış; Ruhi bey kendini anlatıyor:

“Ölüler ki bir gün gömülür/İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler/İnsan yaşıyorken özgürdür.”

BİTTİ ile sona ermiş, bence şiire dahil olmalıymış; meğer kitap bitmiş (!) ‘FİNE’ misali (!) anlamamışııımmm!!!

“Ayhan tuhaf adamdı vesselam!”

“Bidonumda kalan:

“Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem/intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte-kıskanırım Selene’me kur yapacak diye!-/Cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın.”

FAYTON’undan…

Yanına çökeyim (…) neş’eli şairmişsin; bende ne perçem kaldı ne de saç, başım; dımdızlak balkabak!!!

Senin de var İstanbul üzerine yaktığın, havası oynak türkün;

“Kasımpaşa kıyıları tersane/Bir kız sevdim alimallah bir tane/Her dem sevdalıya kız mız bahane/Top çiçeğim deste gülüm/Canım İstanbulum/aman aman bahane.”

İnsanın çıkıp Horon tepesi değil, şıkır şıkır göbek atası geliyor…

Ardında, ne balık pazarı meyhaneleri ve sevgililerin iki dirhem çekirdeklikleri ne de hovardalıkları kalıyor!”

“Senin İstanbul Güzellemesi, tarih öğretmenliğinden kalmış sanki:

“…….

Hilkat yılı

6946…”

“Şimdi bu takvim nereden çıktı?!”

“Ekle 564, denk gelir bugüne!!!”

akıp gitmiştir aylar…/genç hükümdar, kısacık boylu/Eğrikapı önünde/gök gürültüler…/balyemezler, çakalozlar, şaklozlar, şaykalar ve ŞAHİ/gökten dökülen dolu taneleri!!!”

“Marks sosunu  da katmayı ihmal etmemişsin hani!!!”

“Ahmet III’den damla damla dökülür;/Urfalı taş ustasının alın teri.”

“Senin bende bulduğun cevher heyecanlandırdı ve yordu beni (!)”

“Bırak şimdi bu ipe un sermeleri; arkadaşlarımdan ikisi ses bekliyor senden!”

“Oktay ya (!) vakit geç (…) bidonumun kapağını kapattım, ses soluk çıkmaz oldu!!!”

Gül hatırın için kafamdaki çöplüğü karıştırayım, hatırlamağa çalışayım:

Süreya’dan;

“Ölüyorum tanrım/bu da oldu işte.//Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım.//Ama ayrıca, aldığın şu hayat/Fena değildir…//Üstü kalsın…”

Son iki sözcük, ömrünü babasının yaşam süresine bağlamış takıntılı şairin, şiirine koyduğu addır!?”

“Arkadaşımı pek renksiz anlattın Kur’Ağaç…”

“Cemal’e kırgınlığım vardır; dost yüzünden…

Bahçemizdeki Orhan için:

“Şiirinde baştan itibaren çok büyük eksiklik, çok büyük bir hata buluyorum. Bu bir görüş ayrılığı değil, şiiri tehlikeye düşürdüğüne inandığım bir şey… Orhan Veli asıl şiiri yazamadı.”

 Birinci hüküm doğruysa (sanmıyorum, uydurulduğunu düşünüyorum); ikinci cümle için; nasıl (?) yazacaktı ki, topu topu otuz altı yıl ömür, diyorum…

Silgimle silince onu, anılar dökülmüyor eski yerinden…”

“Sapkınlık değil mi bu?”

“Aşmaya çalışıyorum…”

“Seni üzmek, birazdan çıkacağın yola hüzünlü göndermek istemem, bugün yediğin sağ sol kroşeler (…) kalan ömrüne yetecek sanırım!!!”

“Beş arkadaşını anmıştın, Uyar için bakayım ne uyar, karanlık defterimin içinde:

“Önce sesin gelir aklıma/Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm –Derdi dostum M.-/Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli!/Sonra cumartesi geceleri gelir/Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum/Bir yağmur yağsa beraber ıslansak.”

‘SENFONİ’nin serviliklerden yankılanan nağmeleridir bu!!!

                                                             ***

“Gecenin bu saatinde tepemizde gaklayıp dönüp duran şu beyaz karga da nereden peydahlandı şimdi.”

“Senin de şiirin vardır, adı ‘KARGA’:

“......

Sen ömrün hercümercinde/Daima aydınlık ve güzelsin/Sana karga dokunamaz/Bir bulut götürmeden başımı/Çabuk beni yıldızlara gömünüz.”

“Yıldızlara gömülmek Selene’min hilalinde uykuya dalmak, özlediklerimin içindedir…

Kanık’ın BAYRAM şiirindeki Kargası:

“Kargalar, sakın anneme söylemeyin!/Bugün toplar atılırken evden kaçıp/Harbiye Nezaretine gideceğim./Söylemezseniz size macun alırım,/Simit alırım, horoz şekeri alırım,/Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar./Bütün zıpzıplarımı size veririm./Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!”

Vaadlere inanmış mıdır (?) yoksullar; elektriksiz beldelere hediye edilen buzdolap, çamaşır makinalaları misali absürdlüğe çıpa bırakan dizeler…

Kargam, bildiklerinden değil (!) -Neyzen’le eğitmeğe çalıştığımız- Esrar-ı Mısır’ın Heliopolis Rahipleri’nce yazılmış Ölüler Kitabı, Osiris-Thot öğretisinin künhüne varmış ve kutsal ayinlere katılmış yeni dostumuz, Ptolemaios hanedanı kızlarından Kleopatra’nın yıldızıymış! Bülbülleri kıskanırmış, yaratıcı şarkıcı, (Sen yazar de! Ne demekse!) olmak istiyormuş; çok yetenekli vallahi! Bas sesini baritona çevirdi Neyzen, saatlerce Ney’iyle meşk ederek (..) udumla Jose Carreras misali döndürebilir miyim (?) tenor sese ‘sol telinde’ bilmiyorum, arada detone oluyorsa da, (Son izlediklerim; Tangolar, çok amatörceydi (…) Sondan Önce, Üç Aşk, 4 Mevsim; unutamayacağım güzellikteydi) Neyzen çok umutlu!!!

                                                                ***

Dört buçuk G’li cebin çalıyor, benimki uygun değilmiş, yolda rastlayacağım ilk telefon dükkânına uğramam tembih ediliyor; Önce, üç buçukluğa, sonra dört buçukluğa dönüştürmek gerekliymiş; vazgeçtim, zaman kaybı ve eziyetin bana bindireceği anlamsızlığa (…) kullanmasam da olur; (Sevgili İlhan Selçuk, cebini kullanmıyor, Terörist başı sayılıyor, savcıların delilleri arasında yer alıyor!!!)”

“Efendim!

 Anlıyorum…

Söyleşiyorduk şurdan burdan, istersen vereyim!”

“Teşekkürler Oktay abi, aradığımı söylemeniz yeterli; sağlıcakla kalınız, sizi de beklerim Bitirimhâneme, misafirim olursunuz, yengeyi de alırsanız tanışmış oluruz, torunlarıma anlatacak hikâyem olur hani!..”

“Kim?”

“Bitirim Başı, seninle görüşmek istiyormuş, geçerken Sam uğramış, birlikte olduğumuzu söylemiş…”

“Vakit hayli geç olmuş…”

“Benim de uyku vaktim geldi, çekileyim sütunumun içine, şafağın pembe parmakları (!) şansın olsun…

                                                          ***

Kar sürdürüyordu uçuşlarını; yukarılara baktı, yedi kat ötede, pejmürde Selene de çekilmişti sahneden…

Kelebekler sevgili misali, öptü yanaklarından, dudaklarına konanlar da oldu; onu geceye bağlayan, henüz terk edilmediğini hissetti (…) ama yine de gönlünün la teli titredi; ‘Elbet günün birinde buluşacağız, yazdıklarımız böyle yitip gitmeyecek!!!

‘Kalp koysam,/ardından yaprak gelse,/ konsa oturduğum banka, /dayasa başını omzuma, /dökülse, ipil ipil yağmur/ ellerimize’…

Bu düşle indi yokuşu, Çarşı içinde yürüdü, göğsüne sağ elini götürdü; durdu, yüreğini dinledi; ‘Ne oldu sana?! Daha Veli ve Nigar var yolda; son gelenin izni olacak mı anlatılan masala dahil olmada acaba?!’

                                                       *

“Üstat, merak ettim, Oktay Abi ile görüştükten sonra saatler geçti!”

“Gördün mü kaybolan gölgeyi?”

Bitirim Başı’nın yüzü kızardı.

“İçerinin ışığı dışarı vurmuş olmalı.”

“Işık değil, gölge diyorum!”

“Bilmiyorum:

 ‘ne zor şey yalan söylemek?’

“Telefonundan sonra vedalaştım onunla, yıllar (!) çabuk geçmiş anlamadım!!!”

“Hadi gir içeri, donattım sofrayı…”

Üç kişilik hazırlanmış masaya karşılıklı oturdular…

“Bak gölge yine geçti pencerenin önünden, çırpınan, ölmek üzere, kuş misali”

“Bülbüllerin bırakmış seni...”

“Hayat böyle; gidenler uzaklaşır, yenileri peydahlanır, dost görünümlü!..

Onların yerine sevdalım, bilge Karga var bu günlerde…”

“Yalnız!..”

“Ne?”

“Çarşı şikâyetçi, hırsızlık yapıyormuş!!!”

“Birbirimize bakıyoruz; kovuğuma bırakılan yarısı yenmiş sandviçlerin peynirlerini ona ikram ediyorum, o da, başaklama artığı cevizleri biriktirmiş, bonuslarını bana hediye ediyor; burada yanlışlık nerde (?) Kargam asil hayvandır…

Getirdiklerini kırıp kırıp; O, kursağına ben, mideme indiriyoruz…

Geçen gün getirdiğim ciğeri, hatırlarsın sanırım; ustalığına güvenip teslim ettim sana, iki binliği götürmüştük ya!?

“Hocanın filesinden çalmış!”

“Hayır (!) ödünç aldığını söyledi, Nasreddin’in selamıyla…

Sen de inanıyorsun bunlara, Kargam sütten çıkmış kaşıktır, kimseye yedirmem onu, böyle biline (!) şikâyetçi olanları gönder Neyzen ile bana, ne inançlı olduğunu görsünler (NOKTA).”

“Ben, başınız belaya girsin istemem!””

“Ressam Fu, çırağı ile girdi de, ne oldu (?) dünyanın en güzel resmi çizildi ve boyandı, firuze renkli hücrenin taş duvarlarına…

Sandalın burnu, körfeze dönüyorken, boğazı kırmızı eşarpla sarılı çırağın, küreklerden dökülen suların şıpırtısına: “Atla USTA (!) zındanlar zalimlerin uğrağıdır!”

Sözcükleri bin yılların ötesinden gelen hikâye oldu, tarih kitaplarında!!!

“Üstat (!) nerden bileyim bunları, ben garip kulun, yıllar oldu; 4+4+4’lerden çıkalı (…) üstelik okumuş nesil değil, az bilen, bulduklarıyla yetinen orta kademe emekçileri istiyorlarmış!”

“Kimseye çaktırmadan mı olsun diyorsun?”

“Günah işliyor, hırsızlık yaparak!!!”

“Na’palım, katlanacağız sonucuna, Kharon’un kayığına bindikten sonra!..

Dedikodu; böyle işleri yapma özgürlüğü varmış kitapta; yazılıp, çiziliyor; günahı söyleyenlerin boynuna…

Yine geçti!”

“Sana söyleyeceğim var!”

“Ne???”

“Selen özlemiş seni!!”

“Son gördüğümde kendini tüketmek üzereydi!”

“Çağırayım, gelsin mi?

* * *

Masa tatsızdı, mezelerden çimlendiler, sessiz Nihavend’le de, olgunlaşmadı Fahrettinler’in tadı…

Kur’Ağaç, öğle sonrası, Kargası’na ‘Sevdim Bir Genç Kadını’ Tango parçasını çalıştıracağını ve sınava sokacağını söyleyerek ayrıldı, yokuşun yolunu tuttu…

Seba görmezden geldi, Karga,  omuzuna kondu:

“Çok heyecanlıyım (!) bu parça ile yaptıklarımdan vazgeçeceğim, (Merd-i Kıpti, şecaat arz ederken sirkatin söyler, misali) emeğinizin karşılığını Neyzen Usta ile göreceksiniz, -Bunlar Kleopatran’ın Roma takıları olmayacakl-

Yukarıya bak (!) Selene’nin hilali (…) yatağında bekliyor seni…”

Kur’Ağaç’ın kardaki ayak sesleri, Neyzen’i uyandırdı:

“Duydun mu (?) parkımızda Beşiktaş İkinci Uluslararası Bahar ve Şiir Festivali yapılacakmış!!!”

“Bilmiyorum…”

“Davet etmediler mi seni (?)”

“Yazdıklarımı okumamışlar…”

“Şiir yazmaktan okumaya fırsatları olmamış!”

“Habere göre; festivali Abbasağa Parkı’nda açacaklarmış.

‘Kaç Fahrettin’i yumruk mezesiyle bitirip, güneşi doğurttuğunu bilirim Ney’imin…’

Onlarca ülkeden şair ziyaretçilerimiz de olacakmış Şiirli Bahçemiz’in!”

“Yeşilci dostlara haber salayım -HES’çi karşıtları kıskandıralım- savunalım bahçemizi; öğrenirlerse inşaatçılar, hemen AVM oturturlar buraya!!!”

 


Herkes bilsin