Menu
24 Şubat 2018

Şairler Parkı -X

Feridun Benden



Selene’nin şavkıması,  Marmara’nın maviliklerine yayılmış; ışığı, Kur’Ağaç’ın yokuş aşağı inişini takip ediyordu, kısa süre göz göze geldiler; vereceği sırrı fısıldayacaktı ki, yüzündeki sevdalı gülüş, önünden geçen bulutla örtüldü…

‘Şimdi, ne oldu sana, Pandora’nın tutsaklığından kurtulmuş, umudun koruyucu ve kollayıcısı, Helios’un kardeşi, karanlıktaki ışığım, çok geceler yoldaşım, Eos’un aydınlığıyla gülümseyen âşığım, söyleşirdik geçmişten, anlatırdın Endymion adlı sevgilinden ve baba Zeus’un zulmünden,  sızlardı yüreğim!!! 

Zengin kız fakir oğlan masalı, senin yazgın idi; yüzyıllar boyu şiir, trajedi, destan, dram, hikâye, romanlara dek; konuların kaynağı olan sen (Aradım, taradım ne opera ne de balede varsın(!) hakkında senfoniyi geçtim, üzerine bestelenmiş küçücük konçertanta rastlamadım, tek şarkıcık liede bile (!) yuf olsun batının tüm bestecilerine, seni fasulyeden bile saymamışlar (!) bizdekileri sorma; ama Fazıl Say umudum, Selene hikâyesine, yazacağım libretto andaç olsun, isterse!!!)…

Bi’isteğim var, yapabilirsiniz (!) Selene için bestelenmiş yapıta rastlamışsanız tarafıma iletilmesi; kara cahilliğimin karasının silinmesi…”

Böyle dalmış yürürken, yolun sonuna geldi, Bitirim Başı’nın kapısından içeri daldı:

“Hayrola, yorgun görünüyorsun üstat!”

“İhtiyarlık işte, düşle gerçek arası gidiş gelişlerim yormuş beni…”

“Bugün de dünkü misafirin vardı.

‘Kötü kader (!) haberi verilmişti!’

Geç vakte dek düşmeyince……”

“Bırakmış nağmelerini ortalık yere, echosu duvarlarda (…) içimi ısıtıyor…”

“sessizce ay ışığı misali ayrıldı buradan.”

“İki duble atayım erkenden yatayım diyorum, bu gece; Boğaz boyu yürürken içimde dolanan ışık seli yormuş beni!!!”

“Üstat ay battı gün doğdu, hesapları toparlarken unutmuşum zamanı şu zıkkımın içinde”

Esnedi Kur’Ağaç.

“İstersen çatıda tek odalı lüks sayılabilecek yer var, yokuşu tırmanmak zor ise, seni misafir edeyim.”

“Sağ ol (!) şimdi bekler beni dostlarım!?”

‘Kalmışsa!!!’

            * * *

Vurdu yokuşa kendini, Seba ile selamlaştı, yarı karanlıkta Külebi’nin yüzü aydınlandı;

“SİVAS YOLLARINDA yürümüş misali, yorgun görünüyorsun Kur’Ağaç”

“Öyle oldu Külebi, Selene’nin gümüş ışıklı arabası ardından kanatlı atlarını izlemek (!) senin ‘KÜÇÜK HANIMIN GEZMESİ’ydi sanki:

“Doru atları tımar etti/Giyinip kuşanıp gitti//Baktırdı kendine saatlerce/Rüzgâr çıktı saçlarını kaybetti/Bir gül buldu saçlarını ararken/koklarken dikeni battı//Beyazcık parmaklarından/Gülün rengi aktı//Sinirleri bozuldu gül solunca/Ağladı attı//Eve döndü doru atlar yorgun/Soyunup yattı.”

“Çok yorgunum Cahit, 1 Eylül 1952 tarihli attığın zarf, bana Oscar Wilde’ın: ‘Beyaz gülün rengini kırmızıya dönüştürmek için kendini feda eden bülbülün yaptıkları karşısında; -benimkileri sorma!- şımarık zengin kızın yoksul âşık oğlanı terk etmesi’ hikâyesini hatırlattı. Sevdalılarıma görüneyim, kumpaslarında ne var öğreneyim diyorum, öğle sonrası görüşme umuduyla…

* * *

Kovuğundan içeri hırsız misali girdi; dişi bülbülün ilençli şarkısıyla öylece kaldı:

“Ne senin aşkına muhtaç, ne esirin olacağı(m)z.” Etrafında sinirli sinirli kanat çırpışlarıyla dolanan erkek bülbülün:

“Öyle bir sevgili buldu(m)k ki, seni unutacağı(m)z.”

 Güfte, Erol Sayan, Beste Muzaffer İlkar’ın Kürdilihicazkâr şarkısı, kulaklarını el ayaları ile kapattırdı, alnını kovuğun içe yarılmış budak deliğine vurdu vurdu vurdu; yüzü gözü kan içinde:

“Yeni aşkın kucağında, yeniden doğacağım”

‘Büyük söz söyleme büyük lokma ye!!!  

Nerdeee Wilde’ınki, şimdi bunlar kim? Hayal mi (?) benimki (!) düş görecek günlerim çok uzakta kaldı…’

Neyzen gürültüye uyandı, Ney’inde:

“Niçin a sevdiğim niçin aman aman/(Seni) sizi sevdim budur suçum”

Güfte Karacaoğlan, beste Nikoğos Ağa, Hicaz nağmeleri kovuğu doldurdu; sevdalılar, tepedeki yumuşak yataklarına çekildiler. Kur’Ağaç, uykuya daldı…

* * *

İkindinin sesleriyle uyandı, sevdalılarında tık yoktu; şakımaları duyulmuyordu; kim bilir ayrılmışlardı, Cumalı’nın Güler’i misali, sevgi dolu yuvanın sıcaklığından!

Külebi’ye uğrayacağını hatırladı, dışarı çıktı, Neyzen ile Tarancı’nın 16 Nisan Referandumu üzerine tartışmalarına kulak kabarttı; Neyzen’in “Bir kişinin seçimleri yenileme isteğiyle meclisi feshi, üç yüz altmışınkiyle aynı mı?” sorusu, kendi düşüncesinin tekrarıydı, ilgisini çekmedi.

Külebi, Kur’Ağaç’ı karşısında görünce;

“Bu sene yaşadığımız kış ne böyle!?”

Başını ve vücudunu iki yana salladı, üstündeki karları silkeledi.

“Senin evin korunaklı ve sıcak; bizler, aç açıkta titreşiyoruz, beyaz örtülerimiz altında.”

Kur’Ağaç’ın morarmış yüzünü görünce:

“Hayrola sabah kuşluk vakti fark etmemiştim halini, ‘Evetçiler’le kavga mı ettin?”

“HAYIR!”

“Ya ne?”

Aşk derdi!”

“Bunlar hep ‘HİKÂYE’, dinle beni:

‘Senin dudakların pembe/Ellerin beyaz,/Al tut ellerimi bebek/Tut biraz.’

“Böylesi değil Cahit; bu, farklı (…) bidonumda ‘BATI’ şiirinden birkaç dize kalmış:

“…….

“Yalanlar, kötülükler, yüze gülmeler/Ve bağlanmalar bilinmeden/Ve ossaat  gitmeler/Ve düşüncenin düşünceye çarpması/Ve aydınlıklar pırıl pırıl/Ve sayrılıklar, umutsuzluklar, hayıflanmalar/Ve aydın yüzler, çakıp sönen/Ve şefkat ve kin ve keder.” lere denk geliyor…

Şunlar da, İSTANBUL, şiirinden bölük pörçük dizeler:

“……

Herkes beni aldattı gitti,/Anladım bu şehir başkadır”

…….

“Fakat içimde şarkı bitti.”

Diyorsun ya, beni anlatıyor!..”

                                                          ***

 

Asıl adı Mahmut olan Cahit, 9 OCAK 1917’de Tokad’ın Zile Kasabası Çeltek Köyü’nde doğdu…

Baba namı ‘Gullebiler’den esinlenerek soyadı yasasıyla Erercan’a veda edip;

‘Böyle gelişeceğini bilmezdim, köklerime su yürüdükçe onlardan bana, benden onlara armağan olsun’ diyerek Külebi soyadını seçti.

Unutmadı doğduğu yöreyi, TOKAD’A DOĞRU şiirinde, sonsuzluğa gönderdi:

“Çamlıbel’den …

Bidonundan ‘Han Duvarları’ fırladı:

“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,/Bir dakika araba yerinde durakladı/Neden sonra sarsıldı demir yaylar,/Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…/Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya,/Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya”

“Bırak şimdi Hece’nin Beş Şairi Çamlıbel’i; beni, gürültüye getirme; siyasetçileri hatırlatıyorsun bana, şiirime devam et!”

“Tokad’a doğru/Tozlu yolların aktığı ırmak!/Ben seni çoktan unuttum;/Sen de unuttun mu, dön geri bak.//Atların kuyruğu düğümlü,/Bir yandan yağmur yağar, ıslak;/Bir yandan hamutlar şak şak eder;/Bir yandan tekerlekler döner, dön geri bak.”

1898 doğumlu, ne de olsa ağabeyin sayılır; kim bilir kaçıncı gömlek atam!

“Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…/Ellerim takılırken rüzgârların saçına/Asıldı arabamız bir dağın yamacına.”

Pek de senden farklı değil; 1922’de çiçeği burnunda ve yirmi dördünde sen daha anaokulundasın,  Kayseri yolunu tutmuş edebiyat öğretmeni; belki ilk kez doğduğu İstanbul’un dışına adım atmış, gördükleri karşısında II. Abdülhamit ve diğerlerinin izbe, çorak, yıkılmış, yoksul bıraktığı, yalan olduğu söylenen, (Cüzdansız) pardon Vicdansız (!) resmî tarihi değil mi bu, Anadolu’nun?!

Dolaştın ülkenin dört yanını; ‘KAYIP SEVDA’ şiirinde ne ovaların durgun suları:

“Nilüferler gibi solgun Ophelia!/Yapraklarına yapışır saçları./Açılır etekleri suyun yüzünde./Seyrederdi söğüt ağaçları.” kaldı.

 ‘BİZİM DAĞLAR’da:

“Ararat dağı anamın pişirdiği/Çocukluğumda yediğim nişastadır./Yıldız Dağı bir ekilmiş tarladır/Mevsim mevsim yıldızların bittiği.” ne de dağları bırakmışsın!

“ŞİMDİ İZMİR’de sabahın sekizi/Karşıyakada, Alsancakta, Güzelyalıda/Bir ağ dolusu balık gibi gençliğimizi/Daha yeni çektik denizden rüyalarımızı da../

…..

Okaliptüsler, yosunlar aşkımıza öpüşür,/Anneler emzirir hayallerimizi./Bütün kızlar bizim için salınarak yürür./Ama zaman boş koydu ellerimizi.”

Ko’mamışsın; kıyısını, denizini…

 * * *

“Dumlupınar anaokuluna başlamışsın, hani diyeceğim şanslı çocuksun, o yıllarda ana değil baba okulları bulmak bile kolay değil! ‘İstiklâl’ adlı ilkokulun ilk üç yılını Artova’da, 4 ve 5. Sınıfları Niksar’da tamamlamışsın. Niksar’ın Fidanları, türküsünü anımsatırca:

“Kalenin bedenleri yar yar yar yandım/Koyverin gidenleri şinanay yavrum şinanay nay/Hopa şina şinanay şinanay  nay/Şinanay yavrum şinanay…”

Melih’in dizeleri düştü bidonumdan Külebi; yalnız ‘Ada vapuru yandan çarklı’ değil, SON LİMAN’ın ilk dörtlüğü:

“Artık sesler kesildi,/Şarkı mı, dua mı bu biten?/Ah geceler güne dönmeden/son limana ulaştı gemi.”

Varlık Dergisi’nin 89’uncu sayısı, 15 Mart 1937’de yayınlanmış…

Gencecik insanda bu umutsuzluk (!) ne böyle ya?”

“Yıllar su gibi akıyor, dönüp yaşananlara baktığımızda!”

“Önemli olan nasıl yad edileceğimiz değil midir?

Çocukluğun o âzade halleri ‘HÜRRİYET’ şiirine yansımış:

“Eğer kuvvetim yetse benim/Rıhtıma koşarım yalnayak./Halatlarını bütün gemilerin/Bıçağımla keserim./Gemiler açılır sallanarak./Ben de peşlerinden bakarak /Gülerim,

Gemicik mi (?) demek istedin (!)

Çocukluğumda bırakırdık kâğıt kayıklarımızı,  Atatürk’ün dinlence evi yanından akan dereciğin sularına, açılınca Körfez’e, küpeştelerini yalardı dalgalar, konteynerlerindeki      umudumuz uzaklaşırdı, kimse bilemezdi, çoraklaşarak düşlerimizin yok olacağını…

…….

Şehrin bütün çocuklarını alırım evlerinden/Hepsine kiraz çiçeklerinden/Bir çift kanat takarım./Çocuklar havalanır uçarak/Ben de peşlerinden bakarak/Gülerim.”

Ne yaramaz şeymişsin çocukluğunda sen!!!

Sivas’da ortaokulu; Bursa-Sivas git gelleriyle tamamlamışsın liseyi. Babanın memuriyeti, daha çocukluğunda Anadolu tozlarını (Sahne tozları sanki!) yutturmuş sana ki, bitmemiş şiirlerinde yolculuklar!”

“Sende de olmalı yolculuklara değgin olanlar.”

“Otuz sekiz parçalık şiirimden dizesiz yazılmış 12. Bölümü anlatayım istersen:

“Dolaştım dağları, koyakları, gölleri, denizleri…

Gündüzleri şarkılarıyla ağustos, geceleri ışıklarıyla ateşböcekleri yoldaşım oldu. Ormanlar içinden geçtim. Yılanların şuh kadın misali akışlarını seyrettim.  Yaprakların fısıltılarını duydum, ağaç örümceklerinin sevişmelerini gördüm,  her tür yaban yemişini tattım, hâlâ dilim kekremsidir; yeşil ve kahverengi sessizliği yaşadım, durgun derelerin salına salına döküldüğü, nefti göllerin sislerinde boğuldum, gri sularında kurbağaları kıskandıran kuğuların güzel kızlara dönüştüğüne tanık oldum; alaca karanlık, bataklık kokuları içinden, aydınlandı gün…    

Kentlere, kasabalara, köylere, beldelere, uzaklara,  ayak basılmamış  topraklara yürüdüm…   

Güzel insanlar vardı…

Tas tas ayran, dilim dilim ekmek ve baş baş soğan buldum sofralarında…”

Anlatıyor gezip tozmalarımı, tekmilini yazmağa kalksam nehir roman (!?) olur.

Yüksek Öğretmen Okulu Edebiyat Bölümü öğretimi ve yaşadıklarını, çocukluğundan kalma hayallerini, düşten çıkardı; ‘Adamın Biri, 1946; Rüzgâr 1949; Atatürk Kurtuluş Savaşında 1952;  Yeşeren Otlar 1954; Süt 1965 yıllarında yeşerdi…

“Nedir bu ya (!) senin üçüncü şahıs çırak’ın anlattıkları, kurşun asker misali diziyor bunları, istemem kalsın, öldürüyor beni; yazdıklarımı yaşadım, kendi kozamın içinde ördüm ipeğimi, yakıştı mı ona bu?!”

“Haklısın Külebi, diğerlerine özenmiş sanki! Şu memuriyetlerine baksam diyorum.”

“Dur anlatayım:

Ankara Gazi Lisesi ve Ankara Devlet Konservatuarında edebiyat öğretmenliğiyle başladım hayata…

“Antalya Lisesi’ni unuttun! Arkadaşım vardı, Burhan namlı orada!”

“1941’de evlenmeye fırsat buldum, askerlik dönüşü, tanıdığım her âdemin örneği idi yaşantımız.

Milli Eğitim Müfettişliği, artlarından gelen oldu. Eh, İsviçre Kültür Ateşelik’i ve öğrenci müfettişliği de fena sayılmazdı hani…

Baş Müfettişlik ve Kültür Müsteşar yardımcılığı…”

“Çırak’ım saydırırken yapıtlarını, kızgın olan sen, şimdi na’pıyorsun (?)”

“Nasreddin Hoca hikâyeleri okumamış misali, karşı çıkışın!!!”

“Yakışmış diyemem haspaya…

Gel anlaşalım, isteyen Osmanlı’nın ‘Kim Kimdir’ini; Osmanlıca’yı söktüremeyenler; piyasada çeşitli adlarla dolaşan Edebiyatımızda İsimler Sözlükleri’ni açıp, baksınlar ve ödev verilmişçe okusunlar, internet sayfalarını da unutmasınlar…

Anılarımda kalmış; altmış sayfalık daktilo edilmiş, satır satır, tamamı yazarından intihal edilmiş kitaba kırık not verince tüm sülaleyi başıma yığdılar, idare ile papaz olma günlerimi hatırlatıyor, kovduracaklarmış beni (…) henüz kanun hükmünde kararnamelerin çıkmadığı zamanlar; İsa’dan Önce (?) tarih kaç, ne bileyim (!) tehdit yılları işte!!!”

* * *

“Halk edebiyatı, gençliğinde önemli yer tutmuş…”

“Doğru, etkilendim; ilk şiirlerimde hece ölçüsünü kullandım, insan etrafından kopya çekiyor, ne de olsa…

Yarım uyaklar ve iç sesler her zaman ilgimi çekti.”

“Sadece şekil yönünden değil, konu olarak da; destanlar, türküler, masallar seçtiklerin olmuş…

Sendeki şekil yönü, hecenin klasik tanımına hiç uymamış; bazı dizeler; 9-9-8-9  giderken değişivermiş, duraklar da savrulmuş ötelere, (Henüz Demokrasinin son durağı belirmemiş enginlerde) pek de uyum göstermemiş, baktıklarım içinde en yakını:

“……

Kamyonlar kavun taşır ve ben/Boyuna onu düşünürdüm./Niksar’da evimizdeyken/Küçük bir serçe kadar hürdüm.”

İSTANBUL şiirindi…”

“Serbest şiirler ya da duraksızlar diyelim…”

“ ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA”:

“Edirne’den Ardahan’a kadar/Bir toprak uzanır,/Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar/Ardahan’dan Edirne’ye/Edirne’den Ardahan’a kadar.”

Üstat (!) sendeki hece mantığını eleştirmek istemem, zorunda da değilim (!) her güzeli yaratan, bilir sorumluluğunu, geçer akçe odur…

İlkokul ve ortaokul günlerimde, Millî Bayramlarda (Şimdi yerlerinde yeller esiyor)  şiirini seslendirmek kısmet olmadı, pısırık mıydım ne?..

Yalnız (!) Köy Enstitülerinde öğretmenliğin pek bilinmiyor (?) oradan mezunlara sormak gerek: (Tanıdığım kişi, müdürü olduğu lisenin ‘1977’de sendika çalışmaları nedeniyle –uzlaşmacıydı patron yönünde- ‘1978’de tatili, Ecevit Hükümeti’nde…)

“Nasıl yani!!!

“Patronlara özgürlük her daim mümkün, kapanan lise, olmaz mı fakülte?!

Alacağım var; çalıştığım yılın haftası eksik kalmış, ben emekçinin, tam otuz dokuz yıllık, faiziyle kıdem tazminatı…

“Ne diyorsun Kur’Ağaç, beni mi (?) anlatıyorsun; okuyucu, görmedi böyle kendini seveni (!!!) okulu sana bağışlasınlar; ama sen, yine geri verirsin, tüm bu değeri, kafanın içi böyle!!!”

“Neyse geçmiş günler (…) övünmek kolay, bilene sormak zor (!) insan unutmuyor, orada burada okudukça parlak söylemlerini; birikmiş anılar, geçmişin çıktısı ve çıkıntısı oluyor!!!

Nevit Kodallı’dan öğreniyoruz; destanın yazılmasını, senden istemiş!!!

“Nevit, sana Atatürk’ü yolluyorum (1950) demişsin (Ne kadar doğru onu da bilmiyorum: bu bilinmezlikler içinde).

“Şimdi kendimi tutuklu; ama yargılanmayan Cumhuriyetçiler misali her şeyden yoksun hissediyorum.”

“Söylediğine, baktım; ‘Kim Kimdir’lerde yok (!) üşenmedim, Meydan Larousse’a baş vurdum; yarıldı kafam, orada da yok yok, anılar taradım beyhude; ama öyle düşmüş, konuyu bilenden!!!”

“Nevit (1952) ‘de tamamladı oratoryoyu, Atatürk’ün naaşının Etnoğrafya Müzesi’nden Anıt Kabir’e nakli töreninde (1953) seslendirildi.”

“İlkokul son sınıfdaydım sanırım, (Dur karneme bakayım (!) hep(i)si pekiyi) televizyon yoktu; radyodan yayınlanıyordu, okulda herkes ağlıyordu; o zaman mı sesler kulaklarıma doluşmuştu;

 ‘Yok canım, atıyorsun (!) çok sonra, şimdi viran olan AKM’de izlemiştin, kim bilir kaç kerre(!)…’

Biliyor musun (?) çocukluk bitmez tükenmez sermayedir, ihtiyarlıkta!!!”

“Atatürk’ü severim.”

“Okudum:

Halk önderi, devrimci, destan kahramanı, büyük komutan, yenilikçi ve kurucu devlet adamı nitelemeleri sana ait; destanı da, bunları anlatmak için yazmışsın zaten…

Dur, ben sana Alman Profesörün sözlerini aktarayım:

“O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmağa uğraşan kahramandı.” (Nokta) İmza, Prof. Walter L. Wright Jr. (İyi ki, bizim üniversitelerde hocalık yapmıyor, papucu çoktan atılırdı dama!!!)

Türkçe şarkıları da, biliyor diyesi geliyor, adamın:

“Başka söz söylemem (aşktan) Kemâl’den yana ben.”

Alâeddin Yavaşça’nın Kürdilihicazkârını hatırlatıyor…     

* * *

“Doğduğun topraklara ve çocukluğuna özlemin hiç bitmemiş, memleket manzaraları ve insanlar, şiirini beslemiş…

“Sivas yollarında geceleri/Katar katar kağnılar gider/Tekerleri meşeden./Ağız dil vermeyen köylüler/Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?/Ağır ağır kağnılar gider/Sivas yollarında geceleri.”

Geçerken Sivas üzerinden Divrik’e,  Tohma suyunu hatırladım; Reşat Öğretmenin hikâyesinde anlattıklarımla örtüştü sanki!

“Şimdi, malların boyunlarına asılı çıngırakların çınlamaları ve tembel geçişlerin müziği dolduracak, yıkık dökük okuldaki bekâr odamı; küçük konçertant en saklı köşelere dek sıvanacak…

Sonra, köpeğin neş’eli havlaması, baritonun sesinden dökülecek, aşk şarkısını sunacak; anlağı enez çoban kızın anlaşılmayan sözcükleri,  kontraltoya yaklaşan koloratur soprano ezgileri olacak ve dolduracak yalnız yüreğimi…”

“Bu ne ya (!) şiir mi, Hikâye mi, roman mı?”

“Hayır (!) Yalnızlık Ruhun Orospusu (!!!) demiyeyim, kadını aşağılıyormuş (!) güzelliği olsun, uyar mı?

“Biraz daha devam etsene, unuttuğum meslek bu kış gününde yeşerecek!”

“Dedesi Musto’nun durmamacasına akarak sürüklenen tahta sol bacak hışırtısı ve çocukların incecik çığlıkları küçük koroyu oluşturacak…

Fazla tıraş cildi bozar, sana dönelim.

 *

En hafifinden şimdi yapılanları ayıplamak ile nitelenecek gelenekçilerin yaşam örüntüsünü faş etmen, öğüt yerine geçecek:

“Hepiniz öleceksiniz!/Tanrı katına çıkacaksınız utanmadan!/Ruhlarınız koyup kaçacak sizi,/Topraklara gömüleceksiniz.”

Dizelerini, ‘ÖLÜMLÜ İNSANLAR İÇİN’ şiirinden seçtim, ‘El âleme verir talkını kendi yutar salkımı’ tekerlemesini anımsattı bana…

Umutlu insanların arasında şairin yerini ayrı koymuşsun hani!!!

“Hava bugün de bulutlu/Rüzgâr daha serin esecek./Bütün insanlar umutlu,/Şairler mahzun gezecek.”

‘GÜZ YORUMU’ şiirin ile İstanbul, hafif poyrazla nefes alacak, (Onun da yolu değişti, çok katlı AVM’ler arasından!) âşıklar el ele, Bostancı-Dalyan arası kıyı şeridini yürüyecek -ama ne sevda (?) dört buçuk kilometre (!) gidiş- Burgazadalı Sait’i anımsayacaklarını umalım…”

“İnşallah!!!”

Senin, uzun soluklu ‘Koşu’ şiirin vardı hani (?) 0-1 kilometre bölümüne:

Karşıda Kınalı, Burgaz,/Faik, hikâyede…//Heybeli, Büyükada;/Leyla, Raşel, Maria/hangi anı tozunda?

Dökülmüşler.”

“Dikkat ettim; 8-9-8-8 heceleri, yeni şiirin şekil anlatımıdır diye his vardı içimde (!) söyleyemeyeceğim; ardından gelen dörtlü 7-10-11-7 heceli!?

“Amaan be (!) Kur’Ağaç, pisikiyatriste gözüksen iyi olacak; tanıyı koymayayım; o, ‘Obsesif kompülsif’ diyecek!!!

Ben sahneyi çizerim, oynayarak öğrenir, oynatarak öğretirim, gerisi yaşanmışlığın ötesinde boşlukların içinde boğulmalar; sözcüklerin boğuntularıyla masturbasyon yapmaktır, o da güzeldir çizersen hayalin yedi rengini!!!”

 “Umutsuz insanın sarhoşluğu, BATI şiirinde filizlenmiş, bu gün meyveye durdu, sen gideli beri:

“Acı acıyı, geceler geceleri/Yalnızlık yalnızlığı yer bitmez./Sen seni kemirirsin bitersin.

Senin FARE şiirin ses veriyor bidonumdan:

“Umutsuzdu yalnızdı, hali yoktu,/Canı çok yanıyordu günlerden beri./Ne alnında dolaşan bir dost eli/Ne imdat isteyecek kimsesi vardı,/Ne Tanrısı ne de Peygamberi.”

“BATI’ya dönersem:

“Kendini ısıran hayvanlar gibi/Koca şehirler kıvranır durur/Bir kurşun sıkmak istersin, gücün yetmez.”

Şiirlerindeki söylem şimdi gerçek; on binlerce insan nahak yere, umutsuz, sefil, senin FARE’yi yaşıyor!!!

aşk-ü sevda gövermiş ‘VARSAĞI’ şiirinin son dörtlüsünde:

“Dolaşıp durursun Kerem gibi/Çetindir, çetin senin işin./Böyle kaybolduydu bir zaman/Karacaoğlan adlı kardaşın.”

Ve yoksulluk, hep(i)si şiirlerinde, otuz iki kısım tekmili birden!!!”

* * *

“Bülbüllerin uçarken yeşermemiş dallar arasından pisledi tepemi!”

“Kısmet sayılır demeyeceğim EVETÇİLER misali, sana değildi (!) gez göz arpacık nişanıyla yanlış yere düştü mermi; dış politikada  geçerli savunu bu!!!”

“Bak, Ay doğdu (…) niyesini bilmiyorum, ışığı sana doğru!”

“Hüznümü bilen tek sevdalı Selene kaldı, Çarşı’ya yine geç kalacağımı anlattı, tanrısal diliyle; ama bakışı kekremsiydi…”

“Nereden anladın?”

“Her şeyi anlayamayız (!) empati diyelim buna!!!”

*

“Uzun zamandır röportaj için aramamışlardı, Styks’in öte yanı ile birleşmişti kaderim; sen bunu çökerten kahramanım oldun Kur’Ağaç; arkana bakmazsan peşinden geleceğim, unutma!!”

“Bazen istesen de yazgı bozulmuyor, dönüp dönüp bakılıyor, dostu kucaklama sevinciyle, kader değişmiyor, dönüyor kedere…

Sen bunu 1938 tarihli HAZİRAN şiirinde:

“Her akşam bulutlar /bilmez telaşımı/Her akşam bulutlar/Belki de Haziran/Bulacak naaşımı/Belki de Haziran.”

 Söylemişsin(!)

 FARE şiirinin son ikilisinde ise:

“Bir varken bir yok oldu/İşte dünyamızın işleri.”

Diyerek noktayı koymuşsun (!) elden ne gelir (?) şimdi değil Haziran (!) 9 Ocak!!!”

* * *

Bu kez aşağı yürümedi Kur’Ağaç; Nişantaşı’na yöneldi, eski dostu ‘The’ kadını hatırladı, Selene’nin yüzü sarardı…

“Na’pıyorsun (?) Çırak’ım (!)”

“BİR sözcüğü yerine –sadece bu iki yıldız arasında -‘THE’ nın Türkçe söylemi ‘DI’yı yazacağım; bakali (!) ne olacak (?) edebi/yat piyasasında…

Bunlar; ‘The’, ‘a’, ‘an’, bilinen ve bilinmeyen adları tanımlama, benim sorunum değil (!)  onu İngilizler düşünsün!!!

Merak ediyorum, 2030’larda kopacağı söylenen log. on tabanlı on üzeri yedi buçuk şiddetindeki  ‘richter ölçeği’ depreme benzeyecek mi ?! ”

Geçen yılları düşündü…

 Onlar!!!

Belki de hayaldi…

Vazgeçti,  dönerken çarşıya dı barın önünde sigara içen grup içinde dı arkadaşını gördü; diğerleriyle tütüyorlardı…

“Hayrola üstat, sen buralara uğramazdın, dı yanlışlık oldu sanırım.”

“Hayır (!) çok eski dı arkadaşım düştü aklıma dı ziyaret edeyim dedim, nasıl dı karşılama yapacak dı merak etmiştim!!!”

“Hadi gel, dı duble rakı ısmarlayayım, sana tanımadığın dı çok sanatçı arkadaşımı tanıştırayım, dı sürü dedikodular; hiç dı yerde göremeyeceğin!!!”

“Teşekkürler, yalnız kalmayı, geceyi dinlemeyi, dilime düşecek dı şarkı ile Bitirim Başı’nın yolunu dı tutayım istiyorum…”

Selene’ye baktı kahkahalarla gülüyordu, kimse fark etmedi.

*

Kur’Ağaç, Bitirimhanenin kapısına varmıştı ki, Japon Noh-Kabuki karışımı oyuncu misali, yüzüne beyaz boyalı maske takmış hanende ile karşılaştı; yavaş hareketlerle, balerin yumuşaklığında kollarını açtı, Kur’Ağaç’ın flöre eden suratını görünce gardını aldı, geri sıçradı kadın:

Göz göze geldiler…

‘Ne bu böyle(!?)’

Başını soğuk, açık gökyüzüne kaldırdı; sarmaş dolaş dans edenleri, zil zurna sarhoşları, çılgınca eğlenenleri, Selene’nin gümüşî konfetilerle onları kutsadığını gördü (!) Kur’Ağaç!!!

Kadının cemali, Selene’den daha saf beyazdı…

Bitirim Başı, ak saçlarıyla göründü:

“Senin için yaz bahçesini müşteriye açtık, ama rağbet görmedi; Selen…

‘Hanendenin adı da, sevdalı Tanrıçamla aynı imiş, ne tesadüf (?!) ancak romanlara denk gelir sanırdım!’

 ile yalnız kaldık, bekledik, sana diyeceği varmış, ben içeri giriyorum…”

* * *

Saniyeler yetmiş beş yılla tanımlandı; Kur’Ağaç, kadının maskesini çıkarmak için elini uzattığı an:

“Lütfen gecenin büyüsü bozulmasın, seninle gelmeğe henüz hazır değilim!”

Sözcükleri döküldü yerlere; Kur’Ağaç Selene’ye baktı, çevresindeki tüm yıldızlar sönmeğe başladı, kayboldular…

“Yine yalan söylüyorsun Peer Gynt” Edward Greig’deki suites,  yankılandı bidonundan; kedere ve kadere boyun eğerek döndü, yokuşu tırmanmağa başladı; Seba’nın ‘Günaydın’ı boşa söylenmiş selam olarak kaldı ortalıkta, içindeki ‘Barış’ çoktan çökmüştü, az önce bıraktığı yerde.

Neyzen’in Ney’i seslenmedi…

Kur’Ağaç’, yalnızlığın harmanisine sarınıp sızdı kabuğundan içeri, soğuk rüzgâr esti budak deliklerinden, titredi yalnızlığı, mahzun gözlerinden!!! 

 

 

 


Herkes bilsin