Menu
26 Mayıs 2017

Düş görmek yerine düş yazmak…

Sevinç Erbulak
fotoğraf: Serdar Nazım Yüce

 

Sevgili Akademi'ciler,

Güzel Aykırı'lar,

Ben geçen hafta bir roman okudum.

Kalemini mürekkep yerine denize batırmış romanın yazarı. Wilde, Yeats, Joyce ve Beckett'in hayatını okumuş kahramanlarıyla rakı sofrasında içmeden önce her gece...

Uyumamış.

Bazı geceler, gündüz gibi olmuş onun için. Karanlık gündüzler gibi.

Düş görmek yerine düş yazmayı tercih etmiş.

Kendinden sıkıldığı için yazmış, yazınca yine sıkılmış, sonunu bilmiş romanın ama kahramanları pek çok değişiklik yapmış, bu değişikliklere rağmen yazmış.

Bazen yolunu kaybetmiş, romanında bir cinayet gerekli diye düşünmüş; ama kim demiş ? Kim ölmeliymiş derken bir bakmış ölen İstanbul'muş meğer...

Güncel olaylar ve sıcak çok etkilemiş kalemini. Ama en çok ölümler. Malum, ülke yangın yeri.

Yazdıkları onu başka bir romana sürüklerken "Koku" romanını yine okumuş, yani benim bu dünyada en sevdiğim romanı.

Kimbilir kaçıncı kez okumuş?

Öyle bir romandır çünkü "Koku" ve yazarın ilk defa okuması mümkün değil diye düşünüyorum.

Yalın olmakla sıradanlık arasındaki ince çizgiyi hep kollamış, mecburen yapmış bunu çünkü yalınlık zor, buluşlar tılsımlıymış.

Bugünlerde içinde faşizm olmayan bir roman yazılamayacağını bile bile yazmış. Hissede hissede yazmış.

Yazdığı müddet boyunca en baskın fikrin yolculuk olduğunu söylemiş durmuş, işgal altında bir kent var; işgaller bazen usulca oluyormuş.

Fark etmiyormuş kimse.

Fark edilsin diye yazmış.

 

Buraya kadar yazdıklarım aslında hep yazarın kitabın son sayfalarına eklediği "Yeni romandan notlar" bölümünden...

Kitabın adı "Gece bekçisinin rüyası".

Yazarı, Enver Aysever.

Evime, adıma imzalı geldiği gün başlayıp, bir kaç gün sonra elimden zor bıraktığım yeni romanı Enver Aysever'in.

 

"Herkes en az bir kişiyi her koşulda işitir".

 

Konuşmayı ve işitmeyi unutsak, bu teknolojik iletişimsizlik çağında halimizi ilk kim fark ederdi acaba?

Sevgilimiz mi? Doktorumuz mu? Komşumuz mu? Çocuğumuz mu?

Sözcükleri unuttuğumuz için konuşamamaktan ve işitememekten memnun olabilir miydik ? İçimizdeki gürültü zaten yeterince baş ağrıtıcı değil mi?

 

Kitapta, sonradan yazarın da okuruna yazma sürecinde anlattığı için, (o bölümü ayrıca çok sevdim çünkü belki de en mahrem anlarına tanıklık ettiriyor okurunu, kolay değil; hiç kolay değil) bir radyo var; arkası yarın.

En az A. kadar, doktor Yelkenli Us kadar, Aktör hoca, Müjgan ve Celal kadar başrolde bir radyo.

 

Roman, bölümlerden oluşuyor. Her kişi kendi içinde okuruyla konuşuyor. Ve biz her bölümde tamamlana tamamlana ilerliyoruz.

Tuhaf bir his.

Sanki bir ormandayız, bu ormanda eskiden daha çok ağaç varmış; şimdi sayıları azalmış. Ama bunu bir bilgi olarak değil de bir his olarak biliyormuşuz gibi. Öyle bir sürekli yutkunma isteği.

İçten içe hep böyle hissederek ilerledim o ormanda ve romanda. Belki de kendi ormanımda bilmiyorum şimdi.

İstiyorum ki siz de gidin o ormana. Görün ve duyun benim okuduklarımı, konuşun onlarla sonra.

Konuşmayı ve işitmeyi unutmadıysanız.

Unutuysanız da hatırlayın.

Çocuklara bakın mesela unuttuğunuz her şeyi hatırlamak için. Kaybettiğiniz, kaybettiğinize üzüldüğünüz şeyler için çocuklara bakın. Onların masallarına bakın.

 

"Bir masal sanacaksın anlattıklarımı. Sana, İstanbul'a, gökyüzüne, şiire sahip çıkmak için meydandaki parka çadır kurdu çocuklar. Bir bahar günü... Şarkılar eşliğinde yoksulluk yasaklandı önce, sonra cebinde ne var ne yok, yoksul sofrasına koydu çocuklar. Tam ağaçlar meyve vermeye başlayacaktı ki, elleri zehirli, yüzleri nefretle bezenmiş, dillerinde kan olan demir dişli adamlar saldırdı".

"Sadece itirazı olmayan, boyun eğen bakışlarını giyin. Bakışlarımız dağıtılan kitapçıklarda tarif edildi, adımlarımız sayılı; günde kaç kez soluk aldığımız, iç geçirdiğimiz sayılı. Meydana bakan tüm yollarda kameralar var. Taksim'e sadece koşullara uygun olan yurttaşlar alınıyor. Son kararnameyle yayınlandı artık kimin kim olduğu".

" Yüzlerde soluk izler kalmış, dünden ne bir söz, ne bir tebessüm, sadece kaygı, koyu bir acının getirdiği kaygı var. Herkes, alelacele kayıyor önümden, kayboluyor. Her dönemecin ardını görmek istiyorum. Sanki yanımdan geçip sokak aralarına giriyor ve oradan kara gözlerle izliyorlar bizi. Bu işgalciler her şeyimizi çalmışlar be ! Düşman işgalinde bile kimseler çekilmesi böyle. Sanki uzay mekiğine binecekmiş gibi tuhaf kılıklı, robot görünümlü adamlar esir almış şehri.

Bu şairler şehrini, bu dramlar, komediler oynanan, sabah dek şarkılar söylenen şehri. Ruhunu çekip almışlar sanki".

 

Hocam bu oyun kötü, kapatalım perdeyi gidelim. Olmuyor değil mi?

 

"Arkası yarın.

Saat on.

İçimde büyüyen garip bir tedirginlikle boğuşuyorum. Geldi böğrümüz orta yerine oturdu öylece. Seni hep ıskalayacak olmak yazgı sanki. Teğet yaşamlar bunlar, hem yan yanayız, hem değil. Aklımda, ruhumda, soluduğum havada ne kadar varsan, bitmek tükenmek bilmeyen bir boşluk oluyorsun ardından. Konuşmalar var. Uçucu.

Yaşlandım ben. Yaşlanacaksın sen de. O zaman yanıma doğru yanaşacaksın., inçe gövdeli; bilgeleşmiş bir vapur olacağız. Güvertemiz püfür püfür lodos dolacak. Saçlarını hayal ediyorum işte. Denizin üstüne upuzun yayılmış biçimde. Rüyalarım hakikatimdir. Eğer bir kez düşündüysem bir fikri, görüntüyü....Düşlediysem bir kez bunu...Hangi hakikat bundan daha derindir ki, işte benimki bu.? Yaşlandım. Yaşlanacaksın sen de. Ve bu bizi yıldırmayacak".

 

Hayatınızda en az bir kişi sizi duyuyorsa umarım onunla yaşlanırsınız. Ve işgal altındaki bir şehirde yaşamak zorunda kalırsanız umarım ondan hiç ayrılmazsınız.

Gece bekçisinin rüyası bana çok iyi geldi.

Bugünlerde bana iyi gelen şeylerin sayısı çok az.

Çocuklarımız bu sayıyı çoğaltacak biliyorum.

Bunu düşündükçe içimi adım gibi bir sevinç kaplıyor.

Hayatıma, okuduğum veya izlediğim güzel şeyler de karışınca " yaşıyorum yahu " diyorum. Hayatta olup da yaşayamayanlar da var. Yazık onlara.

Yok mu?

Var.

Bazı günler sette çalışırken çok gürültü oluyor etrafımda. Herkesin aynı anda konuştuğu anlar bunlar.  Herkesin işini yapmaya çalıştığı. Gürültü tanıdık, gürültü çok içten geliyor kulağıma. Enver Aysever'in dediği gibi sevdiklerimden yükseldiği için şikayet etmek şöyle dursun, yokluklarında arıyorum ben o sesleri...

Yine de:

Aktör hocam, bu oyun kötü; kapatalım perdeyi de gidelim diyeceğim ama olmuyor demiştin değil mi?

 

İşgal altında bir şehir.

Robotlar.

Mahalle bekçileri.

İşitmeyi unutan biri.

Doktor.

Müjgan.

Celal.

Radyo.

Kararnameler.

Korku.

Umut.

Tekrarlar.

Kendini tekrar eden bir şehir.

Gece bekçisi.

Onun rüyası.

Ölüm.

 

"Arkası yarın.

Saat on.

Sana bir sır vereyim mi sevgilim, rüyalarımda hep ölüm var. Ölüyorum, tam kapını çalıp sana en susamış halimle dokunacakken buz kesiyor gövdem. Öyle kalıyorum, bir türlü sesim çıkmıyor, uyanmak için çırpınıyorum kan revan içinde, ne acayip bir an o. Tüm dünya solmuş, boğulmak üzere, su can verecekken, soluk almak için dibinde çırpınır buluyorum kendimi. Sanrılı geceler uyumak güç.

İyilikler ülkesinin masal çocuklarıyla oynadım tüm gün bahçemde. Bir tohumun yavaşça toprağa yerleşmesini izledik, kök saldı yurdumuza, çocuklar elleriyle çiçek veresiye okşadılar onu"...

 

Günlerdir, aylardır hep geç yatanlara, gözleri ağırlaşıp kendiliğinden kapananlara, zihin kepenklerini hiç indiremeyenlere bir armağan "Gece bekçisinin rüyası".

Alır almaz açıverin kapağını ya da açın içindeki radyoyu.

Güzel okumalar.

Ve sendromsuz haftalar.

Sağlıcakla kalın.

 

Ay bir dakika hamişim var: Kitabın kapak ve iç sayfa resimlerini Handan Aysever çizmiş. Nicedir çizdiğini bildiğim Handan, bu sefer Enver'in kitabı için bir rüyaya yatmış. Çok sevdim. Çok özendim.

Kitabı alınca, Enver Aysever'in saçlarını denize uzatan kadınıyla karşılaşacaksınız, sakın şaşırmayın yani.

 

 

 


Herkes bilsin