Menu
26 Mayıs 2017

Şairler Parkı - IX

Feridun Benden

Feridun Benden

 

“AY BÜYURKEN UYUYAMAM, büyürken uyuyamam, uyuyamam uyuyamam!...”

“Güzelim Echo(!) sevgili kızım(!) bi’tanem(!) Hera’nın yaramaz hizmetkârı(!) Narkissos’un sevdalısı(!) taşınmışsın Meksika sınırına, Donald Trump’ın beton duvarlarına(!) sen mi(?) sesleniyorsun rüyamda bana; şiiri anımsatan Necati’nin hikâyesinden, şimdi madencilere bırakılmış, dazlak kalmış İda Dağı Tanrıları arasından, binlerce yıl ötesinden!”

                                                             *

“Ay gülsün ufuktan sana, sen bak ona gül de/Mehtâbı gezindir yine binlerce gönül de” besteci, İsmail Baha Sürelsan’ın, H.Özgen-M.Karman dizelerini, Nihâvend Aksak Usulü süslediği nağmeler, iki omuz başına tünetmişti onları; Kur’Ağaç pek de inanmış değildi; onların yalakalığına, sevdalıların kindar halleri hiç belli olur muydu ‘Hera’ misali (?!) kör  kuyuya atılmış taşı çıkaracak bu güne dek o deliyi(!) kim görmüştü?

Nasihat onlara para etmezdi ya; Hucurat Suresi’nin on ikinci âyeti, aklında kaldığıyla:

“…Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır” söylemini sevdalılarına yakıştıracaktı; Sokrates’i düşündü, vazgeçti.

Gönlünün acısı dinmedi…

 Kur’Ağaç da yaşamıştı elbet, dilin zaafından kurtulamamıştı çoğu zaman; Nisa Suresi’nin yüz on ikinci âyetini:

“Kim bir hata yahut günah işler de sonra onunla bir suçsuzu itham ederse hiç kuşkusuz, büyük bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur.”

Hatırladı…

                                                             ***

“Gönlüm kırık, korkuyorum, terk edilmekten Necati…

Sen de, geçmişte ‘Uzak Haziran’ şiirinde:

“İki dudak arası bir zaman/Göz göze geldikse geçerken/Mayıs’la Haziran arasında.”

Böyleydin; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam ederken, Fuzulî’nin:

“Aşk derdiyle hôşem el çek ilacımdan tabîp/Kılma derman kim helakim zehr-i dermanındadır.” dizeleriyle Ankara’nın yolunu tuttun, oysa türküde:

’Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun/Gördün güzelleri beni unuttun.’ söylemi, Urla’daki sevdiğini hatırlatarak, sana ters düşmüş sanırım; ama şunlar:

“Necati, pardon(!) Fuzulî, rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır/Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?” yakınışı sana denk geliyor(!) nereden biliyorum?

Yanına sokulan, bacaklarına sürtünen, sevgi arayan, terk edilmiş, o küçücük sokak kedisinden!

“İnce soluk bir duman gibi mavi”

Söyleminde unutamadığın kadını;  üflesen uçacak, saz saman, kuru dal yaprak örtülü kır kahvesi çardağı altında oturduğun yeşil boyalı tahta sandalyeden engin denizi izler ve dinlerken Şekip Ayhan’ın Hüzzam:

“Aylar yıllar geçti yok senden bir haber/Bizde mi böyle olacaktık bizi de mi ayıracaktı kader/Kim bilir ne zaman nerde göreceğim yüzünü.” şarkısıyla:

“Diyelim bir masa var önümde/elimde bardak/Oturmuş içiyorum/Bardak mı Urla mı tuttuğum?”

Farz edişi (varsayımı) ardından, çıkarıyorsun,  denizkızı sevgilini soğuk suyun içinden, Urla şiirinin ilk dörtlüğünde!

Kızgınsın aşk üz’re:

“Bardağı masaya/Tak!/Vurdum mu vurdum/Masaya dönüyorum/Urla, uzak uzak uzak!”

Sevdiğin beldenin özlemiyle yanıp tutuşuyorsun(!) diyeceğim ya; oysa sevdalını düşünüyorsun…

“Neredeysen uzat ellerini/Başım dönüyor.”

‘Güneş Saati’ şiirinin son ikilisinde!

Sonra da, gönlünün çok acıdığını duyuruyorsun geçen zamanın peşinde:

“İki aşk ölüsüyüz salt iki tanıdık/Ah, bitti bitti bil ki bitti artık/Binde bir, bir yerde karşılaşırsak/iki ölü gibi- o da belki- selamlaşırız.”

‘Aşkın En Güzel Yönü’ son dörtlüsünde…

Poşete sokulacak muzır dizeler geliyor aklıma:

“Denizin üstü çarşaf,/delisin!/yatak kırış kırış!”

Sendeki dizeler şifresiz:

“Bereketli göğüslerin/Dudakların aşkla ıslak/Cennetten kovulan ırmak/Yatağımda çırılçıplak/Her gece gürül gürül ak!” 1970 basılı ‘Başaklar Gebe’ kitabındaki ‘Çıplak’ı, ilk beşlide anlatıyorsun.

Arayıp bulduğum:

 “Geldin o yağmurlu gün/Islak iskarpinlerini/çoraplarını çıkardın//Uzandığında çıplak/Diri güz çiçekleri/Dağıldı yatağıma.”

 Diyorsun, çook (!) şanslısın, bakalım ne demiş,  İlhan Demiraslan (1928-1980):

 “Ben bir bekar adamım/Param yok ki karım olsun/Geceleri şeytan girer rüyama/Sağ olsun.”

İtirazlarınız kulaklarımı tırmalıyor; Orhan Veli’yi anımsıyorsunuz, ben de öyle:

“Param yok ki, karım olsun/Ara-sıra şeytan giriyor/ yatağıma sağ olsun”!!!

Şimdi ne yapacağız(?) tıkanınca,  bilenine soracağız?!

Ancak, ‘Garip’ şiirinden silkinince, diyelim ki, senin için ikinci dönem olsun bu, şiire yaklaşmalarında; toplumu öne çıkartmış, ideolojik anlatımla Anadolu insanının acılarına, yoksulluklarına daha çok yönelmiş ortak olmuşsun; yazdıkların, eşini işinden, aşından etmiş,(1966) bugünleri müjdeler(!) misali. Urla şiirinin başka yerinde:

“Bardak değil o baylar/Tak!/Masaya vurduğum/Hak arıyorum (bugün ara ki bulasın!)/Düpedüz hak!/Bütün mahpus kasabalar/Soyulan tarla tarla/Onlardan biridir Urla! (Şimdi her taraf Urla!!!) /Yavaş yavaş sarhoş oluyorum…” araştırır, okur, düşünürken ne halt edeceğimi (?) ben de öyle, akşamcı misali!

Bu minval üz’re; Gezgin Satıcı Kızın Ezgisi’nde; Teşvikiye yokuşunu sırtlamış, İki tekerlekli (Değilmiş, öğrendim şiirinden, Google hazretleri yanılmış yine (!) üç tekeri  varmış!) arabayı iten ve çeken yaşlı dondurmacı ile küçük torunun ağzından dinlediğimiz hikâye üzerine yazılmış şiirinde:

 “Dedem neredeyse seksen (Bana da az kaldı!)/Ben henüz yedisinde/Üç tekerlekli bir araba uydurduk/yokuşlar çıkıyoruz iterek/Tutarak yokuşlar iniyoruz/Dondurma satıyoruz/ Bütün yaz.”

Seni anıyorlarmış gelip geçerken Şairler Parkı önünden(!) haberin var mı?

Ben iç seslerini dinledim…

Çocuk söyleniyor; ‘her güzelin bir kusuru olur, dondurma sevmenin ki, işte bu!!!’

İhtiyar, torununa bakarken; ‘ne olacak yoksulluğun böyle yaşanan halleri?’

                                                        ***

“Eğitimin sonunda (1941) Ankara’dan (O yıllarda üç yıllık) diplomanı almadın mı Necati?

Şimdilerde Hukuk, neredeyse guguk oldu; okuduğun ders kitapları; Anayasa Hukuku, Medeni Hukuk, Roma Hukuku, Ceza Hukuku, İdare Hukuku, özellikle bilinmesi gereken Hukuk Felsefesi (Hukuk Sosyolojisi ve psikolojisi var mı(?)bilmiyorum! Olması gerekir diye düşünüyorum, öğrenince  bilgi vereceğim!) ve Siyasi Tarih, yeniden yeniden yorumlandı ve yazıldı Paralelciler tarafından!!!

(Öğrendim,  sosyoloji ve psikoloji dersleri varmış; bilmek zor değilmiş, işaret parmağımın zekâsı geliştikçe(!) bilgilerin ardını kovalamak kolaymış(!!!) yine de şu küçük kızın hikâyesi için yarım günümü geçirdim; o sahaf senin, bu sahaf benim!)

Sahaf, alıcı olduğunu kestirirse, anasının nikâhını istiyor, “kitaplar eskidikçe değerlenir, şarap misali(!)” (Oysa geçkin kadınlar için söylenirdi bu tekerleme!) diye ardımdan sesleniyor…

Ancak bugünlerde…

Dekanlık ve Rektörlük yapmış, her nedense milletvekilliğine soyunmuş,(Bilememiş koskoca profesör, yapacağı işin ‘Evet efendim, sepet efendim, ne söylerseniz doğrudur efendim!’ söyleminin geçer akçe olduğunu’ muhalefetinde, iktidarında) Anayasa Hukuk’çusu Süheyl Batum da kurtaramadı kendini Referandum OHAL KHK Rejimi  sonucundan (Yallah) ve diğerleri de var daha!!!

Şu anlatı:

“7 Şubat gecesi yayımlanan 686 sayılı KHK, Türkiye’deki derslerimi ve danışmanlıklarımı olduğu gibi 44 (yazıyla kırk dört, neredeyse iki ömür süresi, gencecik insanların kalleşçe kurulan tuzaklarda vuruldukları düşünülürse)  yıllık kamu hizmetimi ve kazanılmış haklarımı sıfırlamakla kalmadı; pasaportumu iptal ettiği için Paris derslerimi de engelledi.”

Eğitim adına utanılacak kanayan yara değil mi (?) bilgisine, görgüsüne saygı duyduğum insan için çok zor olmalı, Ortaçağ Engizisyon mahkemelerinde yargılanan Giardano Bruno misali (…) neyse ki, hayatı bağışlanmış (!) tek tesellimiz!!!

Yazar, çizer, yöneticileri tutuklanmış gazetenin ‘AKADEMİ’ dergisinde tarihe not düşmüş, yukarıdaki satırları Prof…

Ülkeye deli gömleği giydirildi, Necati(!) Genel Kurmay Başkanı Silahlı Örgüt Reisi, emekliliğini takip eden günlerde mapusdamında istirahata çekildi; gazeteci milleti, eski söylemiyle mebusluğa soyundu:

“Bir sebepten sen gücendin bana” şarkısının bilinmezliğiyle uzaklaştılar, halkın içinden, yanaşma oldular iktidarın peşinde,  neyse ki sen; şiir, hikâye, roman ve tiyatro sanatlarına yöneldin, böyle absurd işin ardından gitmedin(!)  bıraktın onları, çoğu, gazeteci kılıklı tetikçilere!!!

Sesleniyorsun ya bana; bırak uyuyayım, daha patlamadı afyonum…”

“Korku, cowboy filmlerinde at üzerinde boğaza düğümlenen ve kürsüden ortaya fırlatılan urgandır(!) dinle!

Kulağım sende, ama hep öyle yapar(!) istepne…

“Ben uzaklardan beklerdim, sayarak günlerimi”

‘Necati, benimkiler yanı başımda!’

“Bu gece penceremden düşen ay ışığında,”

‘Donmuş, ay ışığı burada, tırmana bilirsen (…) beceremem diyorsan, karşıdaki açık pencereye bakacaksın, düşecek dilinden Napoliten nağmeler ‘O sole mio’, Funiculi funicula, ‘Mattinata’ şarkı sıralaması sana denk gelecek; zira öyle seçtim, sevgili dostumu avuturlar umuduyla, Güneş’inin peşinde dağ taş dolaşacak, Urla’daki özlediğin sevgiliye ulaşacaksın!’ (Ey okuyucu, şarkıları dinlersen; on iki ya da on beş dakikanı alacak, Türk-yabancı yorumculardan fark etmez (!) ben sıkılmadım, sanırım siz de öyle!!!)

“Her dizeme limon sıkarsan kalacak şiirim unutulmuş yarına!

“Birden yanı başımda buldum/Bir ağaç gibi çiçeklenmiş”

‘Hayli zaman oldu, yitireli onları, Necati(!) ben kurumuşum!!!

“Anladım almış yürümüş/Sarmış bu sevda içimi”

‘Burada dedikodu çok!’

“Unutturuyorsun:

Gece yarısı elbiselerim,/ Ayakkabılarım üstüne/Düşen ay ışığı,/İnsan böyle mi olur/Sevdaya tutuldu mu?” dizelerimi…

‘Demek böyle oluyormuş, Necati (!) U N U T M U Ş U M !!!’

 

                           

 

 

 

13 Ocak 1921’de Florina’da, başka deyişle; Rumeli Vilayet-i Celilesi’ne (Manastır)   bağlı Cuma Kazası’nda dünyaya gelmişsin ve “Ben Fıtnat hanımın oğlu” diyerek, ‘Kızıl Çullu Yolu’ kitabında, aynı adlı şiirin dizesinde, ailene dair bilgiyi, kıskançça (söylemesi ne zor sözcük bu böyle?! Türkçe öğrenmeye yeltenenler –bilirim, öğrettiğim zamanlar olmuştur, bilumum yabancı millete(!)- ‘Aman bırak benden uzak dursun’ yakınmasıyla vazgeçer!) vermişsin; tez yazarı, baba adının Mustafa Acar olduğunu akozladı bana ya; Cumalı soyadını da,  Kaylar(?) Köy’ünde yaşayan köylü kadını, ölümsüzleştirmek için seçmişsin, ne güzel (!) Allah razı olsun senden...

Âşık insandın:

“Zayıf bir kızı severdim/gözlerinin içi gülerdi.”

Sözcükleri ile aşka dair gelecek günlerin,  başına neler açacağını, bilemezdin elbet…

                                                    ***

Necati Cumalı, İzmir Muallim Mektebi (1932-1935) ardından İzmir Atatürk Lisesi(1938), diplomasını İstanbul Hukuk’da değerlendirmeyi düşünürken, (Aşkın o sihirli eli, Muhammed Ali Clay’in Osmanlı tokadına dönüştü) Ankara Hukuk Fakültesi’nde aldı soluğu; 1941’de tamamladı yüksek öğretimini.

Dağlarca’nın “Türkçem benim dil bayrağım” söylemine: “Dil benim çalgımdır” sanırım, cuk oturdu!

Ancak: “San’at meraklı işi midir?” diye sorarak, uğraşacak yeni yetmelere ‘değildir!’ yanıtıyla fırçanı atmaktan geri durmadın! Şimdilerde, yaklaşık beş yüz sayfayı tutturan on sekizlik kol geziyor ortalıkta…

Acaba ne koymuş içine?!

90 bazen 120 sayfaya sığdırılmış, (Tercemeler öyle, vaktim olmadı karşılaştırmak, onları; -zira konu bu değil- uzun hikâye) Hemen her dile çevrilmiş –kuş dili hariç- üzerine yüzlerce tez yazılmış Camus’un YABANCI’sı geliyor aklıma…

Azıcık övüngen miydin ne (?) yoksa fıtratımızda mıydı, o? Fi tarihte İzmir Fuarına davet edilmişsin, sana uçak bileti gönderildiğini söylüyorsun ya; onlar, davetli herkese verilmiş meğer(!?) dedikodu işte, edebiyat dünyasında olur böyle şeyler!!!

Edilgen olmak ve Godo’yu beklemek, memleketi ne hale getirdi, iyi ki, olan bitenleri görmedin Necati!!!

Oysa hayatın getirdiği stresi yenmek, evlerdeki karı-koca dırdırlarını, sevgili dalaşmalarını, ideoloji çatışmalarını, yanlış anlamaları sağaltmak için; psikologlar, psikiyatr hekimleri, nörologlar; ‘Mutlaka, bir hobiniz olsun(!) san’at da içinde bulunsun(!)’ diyerek yırtınıp durmaktalar,(Başka şekilde söyleyecektim ya; ayıp olur diye vazgeçtim! Ey okuyucu, elbet sen bulursun doğrusunu!) şimdi!!!

Ortalama kitap 20 TL. (Paranla yayınlatmak istersen yapıtını, merdiven altında tutmak zorundasın, yüzlercesini dağıtacak tanıdık bildik, dostun olmadığından giyotine teslim etmen gerekecek, sonunda onları! -1789 sonrası nice ünlünün kellesi düşmüştür sepete,ya; ‘Lavoisier’ nam kişinin ki farklı; sol gözün çapkınca  kırpıldığı söylenir!-) iken, tek seans Türk Divanı’na uzanıp yatmak, dudak uçuklatacak fiyat!!! (Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, iki ucu boklu değnek!!!)

Neyse, kadınlardan yakındığını, ‘Uzak Haziran’ şiirinin son üçlüsündeki:

“Aşktı görmedik bilmedikse/Kim bilir hangi Eylül bir daha/Hangi uzak Haziran.” dizelerine:

‘Baharla Hazan Birleşemez Ortada Yaz Var.’ Avni Anıl, Acemkürdî şarkısıyla selam göndermişlerdi, sevdalılarım (!) sana, unutmuşum söylemeyi…”

1940’lardan itibaren Varlık, Servet-i Fünûn/Uyanış, Yeni İnsanlık Dergilerinde şiirlerini yayınlatmayı becermişsin…

Tam da, ‘Garip’in göverdiği yıllar(!) yalnız, uzaktaydın biraz! Yukarda alıntıladığım son üçlünün başına dönersem: (İyi şiir neresinden başlarsan başla; güzelse güzeldir(!) söylemi geçerliyse?)

  “İki dudak arası bir zaman/Göz göze geldikse geçerken/Mayıs’la Haziran arasında/ Yağmurlu bir saçak altından /Aşktı uçup giden üstümüzden/ Aşktı değip geçen yanımızdan.”

Asla unutmadın kırklı yılların, aşk acısını…

Sende, bireyin güncel kaygıları; Sevinç, özlem, sevgi başat kaldı; bu duyguları alaysamalı anlatmayı yeğlemedin; bireyin öznel acısını seslendirdin (Tak tak tak!) ne de olsa Avukat idin:

“Ağladığını istemem ben ölürsem/Beni en sevdiğim halimle hatırla/Uzak bir yerde çalıştığımı düşün (Sirkeci Garı’ndan kalkıp Münih Banhof’una varan tren!)/Hayatta olduğuma inan/Bir gün gelir kendiliğinden/geçer bütün üzüntün.”

“Asaf’ı hatırlatıyor sanki ilk dizen:”

‘Ben ölseydim/O belki ağlardı./Ama o ağlasaydı;/Ben ölürdüm.’

Savaşın utanmaz yüzü, ölümlerin beyhudeliği, ne için sorunu ilgi odağındadır; ‘Muharebe Görmüş Bir Adam Anlatıyor’ şiirinde:

“O da karısını sever/onun da senin gibi/Küçük bir çocuğu var./Aklına bile gelmez/Artık senin yaşaman için/Onun ölmesi lazımdır.”

Dersin ya (!) ne için(?)

Sorusuna yanıt; François Truffaut yönetiminde çekilmiş, Jean Moreau, Oskar Werner, Henri Serre üçlüsünün unutulmaz, ‘Jules et Jim’ nam filmi, işaret parmağınızın uzağında, tıklamanızı bekliyor!!!

Sevgili Atatürk:

‘Ulusun yaşamı tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça, savaş bir cinayettir.’ (nokta) bu özdeyiş dört bin belki, daha fazla kitabın beyindeki çıktısı ile onun engin deneyimini anlatıyor şiir tadında, destanlarda okunan…”

                                                               ***

Edebiyatı derinden solurken, memurluk hayatın hiç aksamadı. Ankara Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ndeki varlığın, sevdiğin yazma dünyasına yakınlaştırdı seni; Urla sevgisi istisna edilirse (yaklaşık yedi yıl avukatlık mesleğini orada icra ettin)…

“ Bence en güzeli, 1957-1959 arası Paris Basın Ateşelik’i, kulağımı çınlattı, Melih’i hatırlattı bana; ha aklıma geldi:

“Maçka’dan aşağı bir tütüncü tanıdık/Bir şişe rakı bir merhaba maksat hatır/Her akşam ayaküstü birkaç laf atardık/Ardımdan o kalkar dükkânını kapatır (Eyüp’de mûkim Kel Necdet’i anımsattın bana)/Ben açardım İstanbul’a karşı rakımı.”

 ‘Kısmeti Kapalı Gençlik’ şiirini, Melih’e ithaf etmen.     

 İstanbul Radyosu redaktörlüğü pek de fena sayılmazdı hani.

 İsrail ve Paris’i, eşinin (Yazılarından dolayı kovulmadan önce) göreviyle ilgili olarak, tekrar solumak da cuk oturdu san’at dünyana…

 Dolu dolu güzel yıllar olmuş seninki, geçmişimi bilmek istersin belki?…

Şimdi, çok ünlü dokuma fabrikasındaki usta yamaklığımdan, Yeşildirek, Mahmut Paşa trikotajcılar çarşısına, yün örgü tezgâhları başında çalışan; yoksul Anadolu ya da Bulgaristan’dan gelmiş, çat pat Türkçe konuşan;  kadere inanmış, kedere gözyaşı dökmüş güzel kızlar arasına düştüğüm yıllar…

 Erkek-kadın-çocuk konfeksiyonculuğu yaşamımdan (…) ikinci el parti malı giysileri, Anadolu kasabalarında pazarlamaya,  eğitimliyim ya; kadın iç çamaşır reyonu sorumluluğuna, ödül olarak tahtakurulu ve pireli otellerde ter kokulu, pis yataklarda ağırlanan ben, diğerlerini sorma!?

Marmara’nın ortasında adanın birinde yaz bahçesi işletmek, Yazlık sinema bahçe iskemlelerinde geceyi geçirmek; yağarsa yağmur, sabahın deniz banyosu niyetine geçecek (!!!)

İstanbul caddelerinde 37 model Dodge araba sürmek v.s işlerin yanında,  seninkiler altın bilezik olmuş, Necati… “

                                                  ***

1946’da, şimdi onunla yaşadığın Şiirli Bahçe’de, Tarancı ile kaldığınız kiralık odada paylaşırdın yazdığın şiirleri, o da yapar mıydı öyle (?) bilmem(!) karıştırdıklarım arasında gözüme çarpmadı! Ama şairin doğasında vardır, yazdıklarını, bilen dostlarıyla paylaşmak, akıl danışmak misali; diyeceğim ya, yanlış olacak sanırım, her sanatçının aklı kendine…”

 Ey okuyucu (!) aşağıda Necati’nin dostuna:

 “Darılmışım kendi kendime/Artık hiçbir şey açmaz beni/Ne kadın, ne şarkılar, ne etrafta manzara/Ah, her zaman insanın içi nasılsa/Dışı da Öyle.”

‘Güneş Saati’  şiirinden okuduğu parçaydı, bu….

 Orhan Gencebay günleridir benimkiler:

 “Yazıklar olsun, yazıklar olsun/Kaderin böylesine, yazıklar olsun/Her şey karanlık, nerde insanlık/Kula kul edene yazıklar olsun. (Büyük söz söylemek, gelecek zamanın getireceklerini hafife almak değil midir?)” atlayalım (,) iki dörtlük:

“Şaşıran sen mi? yoksa ben miyim bilemedim./Öyle bir dert verdin ki, kendime gelemedim./Çıkmaz sokaklardayım, yolumu bulamadım.”

Necati, belki sen de dinlemişsindir, yalnız kaldığında bunları; ama seninki başka(!) niye söylüyorum(?) düşmeseydi bidonumdan:

“Saat dokuzu vurdu/Piyanosuyla geçirecek zamanı/Dışarıda serçelerin cıvıltıları (geçelim iki dize)/tuşlara dokununca parmakları/Mozart’ın küçük bir sonatı başlar.” dizelerin: 

‘Rondo alla Turca’ dedirtmeyecekti bana.

Almanya’da bulunduğun günlerde, yalnızlığına umar olmuştur, sanırım…

Dün gece izledim ve dinledim, amatörlüğü henüz aşamamış topluluktan:

Amedeus’un “Als Luise die Briefe” K.520 Lied’ini; ama ardından aynı gurubun Rakım Erkutlu Kürdilihicazkâr ‘Demedim Hiç Ona Kimsin’  bestesini(…) (Mi telinde la bemoller zor geliyor bana, zira normalden iki koma uzağa serçe parmağım yetmiyor, ihtiyarlıktan çekmiş olduğunu düşünüyorum !?)  udundan ve sesinden dinlediğim öğrenci, gönlümü daha hoş etti desem, oradaki lied ve müzikallerden seçmeler seslendiren sanatçı adaylar kırılmazlar umarım…

Ancak ‘Almanya’ adlı şiirin; bozuk atıyor uygarlığa:

“Almanya cennet olmasına cennetti gördük/Ama değil sana bana ellerine gurbetin/Cepleri domuz gibi (Yakışmamış sana, ağzına biber süreceğim, doğrusu ‘Naziler’(!) olmalıydı!!!) besili markla şişkin/ Almanlar içinde mutlu Almanlara…”

Üçüncü dörtlükte söylediklerin ve içine limon sıktıklarım… 

Orhan’ın son dizesi, ne(?) öyle yaaa!

“Of… of… of…of…of… of…of…”

Bilen bilir, arayan bulur niyetiyle, sazdan dökülen nağmelerin eşlik ettiği gece vardiyasında kaçamak yaptığımız güzellerle, ütülenmiş yün ve penye giysiler üzerinde (Nasılsa ertesi gün de ütülenir onlar, önemli mi sizce?) Âdem’in güzel yaratıklarıyla oynaştığımızı, düşlemek; dönerken İstanbul’a (!!! ) diyeceğim ya; Yahya Kemâl’in de Ankaralılar’ı kızdıran:

“Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum, azalarak bitsin.” söylemini anımsatırca…

 

                                                  ***

Necati Cumalı; Sayıklama, iç dökme, kendisiyle hesaplaşma olarak tanımlıyor şiirini:

“Kaç günümüz varsa şunun şurasında/O kadar güneşimiz var/Her günlük hakkımızdır mutluluk/Anla/Dün bugün eksilen güneşler/ödenmez yarınla.”

Dizelerini dökmüş ‘Eksik Güneşler’ şiirine, ‘Güneş Çizgisi’ yapıtında.

Devamla; hakkınızda başkaları ne anlatıyorsa anlatsın, dedikodu ötesine geçemez, as’lolan kişinin kendisini seslendirmesidir, kendindeki ‘BEN’i öne sürmek kargışlanıyor; Ataç ve Akbal ayrık tutulursa: bu ‘BEN’i ezmek için mafyozi harekete geçiyor, ayrıkotunu ayıklamak anlamına gelen sözcüklerle savunuyorsun kendini; unutmuş görünüyorsun, yukarılarda buyurduğun ‘San’at meraklı işi değildir’ savsözünü!

“Benim şiirim söz oyunları değil, yaşananlar; söz gelimi ‘Yaz Geceleri’nin:

 “Ben saman yollarını seyrettim/Harman yerinde yaz geceleri/Taşranın kasabalarında/Sebze arabalarıyla yolculuk ettim.”

İlk dörtlüsünde ve devamında anlatmağa çalıştım bunları”

Kur’Ağaç’ın bidonu, tenor obua misali ses verdi, -Türkçe’sini bilen bilir (!?)- ‘Geçiyor Zaman’ şiirinden;

“Bahçe,/yeni doğmuş güneş,/gecenin çiğleri/otlardan göz kırpıyor…//tırtıl,/telaşsız, kımıl kımıl/semizotu yaprağı üzerinde/dönerken yeşile/Süleyman kuşunun/kahvaltısı…//rengârenk kertenkele,/nohut fideleri/arasından/bakıyor kaygılı,/ avlıyor uçan kara sineği…”

Araya Rimsky Korsakov’un (1844-1908) Şehrazat’ı, viyolin giriyor:

“Anlatma bunları, ölümü anımsatıyorsun, canımı ve hem cinslerimi erkek milletinin erkinden ve zulmünden kurtarmak için masaldı benimkiler!” serzenişinde bulunuyor…

“Soruyorlar sana, ‘Niçin şiir yazarmışsın?’ hani diyeceğim; bul karayı al parayı misali etraftaki,  çoğu cepçilerin işi(!) sen de, ciddi ciddi: “ Yenilmemek, kendi öz benliğime seslenmek için!” yanıtı pek inandırıcı olmadı sanki. ‘Geldim gördüm yaşadım yazdım!’ demek varken ve içine:

“Dolandım dolaştım boşandı yağmur/Saçım ıslak kunduram çamur/Eve döndüm yağmur getirdim/Ev yeşerdi ben yeşerdim.” deseydin ya; ‘Eve Dönen’ şiirdeki adam misali!”

Açıklamaların sürüyor, ‘ilk uygarlıklardan beri insanlığın kutsal kalıtıdır, kuşaktan kuşağa ulaşan ve soylu san’attır şiir’ diyorsun.

Buna benzerleri, Friedrich Hölderlin (1770-1843) -doğumumdan yüz yıl önce, pek uzak değil hani!-  nam Yeni-yakınçağ artığı: “Şiir yazmak, bütün uğraşların en masumu” deyivermiş ya; bunun daha usturuplusu:

 “…Şairin başka şairlerin çağrısına uyarak şiir yazmayı seçmesinde, olumlayan iki tavrı vardır. Eğer şair, yalnız olumlayan olsaydı okur olarak kalırdı. Doğal ki şairler olumlamayan tavrı seçenlerdir.” hükmünü, Özdemir İnce, Mikel Dufrenne’den (1910-1995) seçiyor…

George Thomson:

“Şiir; toplumbilim, ruhbilim, dilbilim sorunudur” diye kestirip atıyor, Çapan çevirisinde…

Sappho’da: “Büyünün san’ata evrilmesi” oluyor şiir…

Sözü çok mu dolandırdım(?) sana döneyim, söylediklerin:

“Ey eski kaleler denizi/Yaşlı Akdeniz/Gezdim kalelerini// Bir yaz günüydü    Akkâ’da/Gezdirdim kale avlusunda gölgemi/Bir ben o öğle sıcağında/Anası babasıyla bir İsveçli kız/-Bol bol fotoğraf çekti-/Önüm sıra allı morlu bir kılavuz/Güleç bir devedikeni çiçeği/Kırık testi parçaları şurada burada/Ak pak bir kaval kemiği ansırım/Bir yusufçuğun ışıktan çizgisini/O aşınmış taş basamakları ben de çıktım.”  ‘Aç Güneş’ kitabının ‘Libido’ şiirinde.

Bidonumdan düşen, bendeki aşk hikâyesi…

İzdüşümüne bakalım, diyeceğim ya, şiirin tamamı değil, bana dokunan kısmı yeterli olacak sanıyorum!

“ ….

Terden sırsıklam incecik giysiler/ yapışmış özlem duyulan etine/sütyensiz…//fark ediyor beni,/ve/çatlamış dudaklarında/tebessüm,/Mona Lisa…//çömelirken kırık kapkacak parçalarına/olmazlıyor kadının başı;/Kutsallığa dokunacak haram eli,/uzaklaştırıyor; Lat, Menat, Uzzâ’dan/Kybele’ye yakışan duyarlıkta…//iki antik/ akik mermer sütun/ dikilmişiz boşluğa…//’geçiyordum kıyıdan!’/’anlıyorum, meraklılardansınız.’/’hayır, yalnızlıktan…’/’biz hep böyleyiz, yıllardan beri…’/’kazıyorsunuz!’/’evet, terk edilmiş yalnızlıkları!’

‘Tatilde Aylaklık’ şiirinde yazdıklarım,  Heisenberg’den   okuduğum, ’Parça ve Bütün’den  aklımda kalanıyla:  ‘Felsefesiz bilim, bilimsiz felsefenin olmazlanması’ (Felsefe yerine şiir yazın!) politikacının ‘Stratejik Derinlik’den ‘Değerli Yalnızlık’a yolculuğunun 360 (!) derecelik döngüsündeki yanılsamaları hatırlattı birden –şimdi yalnız bile değil, buhar olmuş!-…

Anadolu örenlerinde dolaşırken sayıkladıklarımdı yukarıdaki dizeler!!!

Ah(!) geçmiş yıllar, askerlik ve kadınların gelinliği misali…

Kulağımla duydum, özel sohbetlerinde anlatılan ilk geceyi(…) ne ayıp?!”

                                                 *

“Şairsin ya; sorular bitmiyor: “Ne getirmişsin şiire?”

 “Yaşadığım Ege kıyısından:

 “Bir gün ilk şiirlerimi söyledim/Senin, memleketimin güzelliğini duyurmak için/Ayrı âlemlerde yaşayanlara.”

 Topladıklarımı…

“Götürdüklerini sorsalar daha güzel olurdu.”

 “Nasıl yani?”

 “Hayatın ucuz olmadığını, bize öğretilmeğe çalışılanların savsata, baş eğme, bilmeden, anlamadan, sormadan, soruşturmadan kabullenmenin insanı karanlığa    sürükleyeceğini,  kaderin değiştirileceğini,  DNA (!) şifrelerinde bulunmadığını, debelenmenin boşuna olmadığını,  olmamış kutsal anlatıların televizyon ekranlarında reyting aldığı yanlışlığı…

                                                    *

Ege ses vermiş ‘Kıyı’ şiirinin ilk sekizlisinde:

 “İlk ışıklar suya değerken/Demir aldık/Bütün gün kıyı kıyı/Güneye doğru indik/Rüzgâr bizimleydi/Bizimle yunus balıkları/Üstümüzde beyaz bulutumuz/ Kırışık çivit mavisiydi deniz.”

Anlatmışsın enginleri; ama Melih’in su boşaltma tulumbası tutukluk yapmış, tekne su almağa başlamış, laciverdin ortasında, bütün gece can pahasına (hatırladığım günlerde açılan pencerelerden çalınan, uyuyanları uyandıran, sonra yasaklanan) tencere tava boşaltmışlar, yarıya yakın tekneye dolmuş suyu, ayı doğurtarak batı yönünden!

“Biz gittik/Bizimle geldi tümü/Ağımıza düşmüştü/Yer gök/Bütün kıyı.”

Ve son beşlide koymuşsun bilinmezlerin gerçek olmadığını…

Bak ne soracağım (?) özel olacak ama(!)”

“Sor (!) gün ışığı aydınlığıdır bendeki…”

 “Çok iddialı sözler (!) Güler Kim?”

 “Catullus’un ‘Lesbiası’ varsa, benim de Güler’im var!”

“Necati, çok krıtik yanıt bu!

 “Catullus(!) küfürbazın tekidir, neler söyler (?) bilirsin de, yine hatırlatayım dedim!? Güler’i,  onun Lesbiası’na katık etmek istemem!!!”

Güler’de:

“Şişe, susadın mı? diye sorar/Yatak, yat uzan der, seni bekledim.”

Yalnız Catullus’unki farklı biraz…”

“Nasıl yani?”

“Söyleyemem ki!”

“Söyle söyle(!) neler söylenmiyor, devlet adamının ağzına yakışmayacak, küçük Ö…’ı anıştıran!”

“Akademi’nin başı belaya girer…”

“Öyleyse, en hafifinden akoz et!!”

“Vivamus, Mea Lesbia, atque , amentus,”

‘Yaşayalım, Lesbiam, sevişelim,  (kurallar bu!)’

 

Son iki sözcüğü, Catullus’un yaşamından evirerek uydurdum (!) ‘Amentus’u görünce; Çiğdem Dürüşken-Erdal Alova çevirisine müdahale ettiysem affola (!); fazlasını isteyen arar bulur kitapçılarda, tuğla kalınlığında!

Sakın (!)  sa(ğ)hafa uğrama, top bedavaya geçer, solaçık yerde, alacağı emekli maaşı için ayın on sekizini bekler…

“Sappho’nun ‘dilim tutulur’u denk düşer Catullus’un dizelerine sanırım.

 “…..

dilim tutulur  birden her yanımı/bir alevdir sarar inceden ince/Kulaklarım uğuldar, hiçbir şeyi/ görmez gözlerim.//Bir ter boşanır üstümden, titrerim/tüm bedenimle ölecekmişçesine/yemyeşil olurum çimenlerden de/yeşil Agallis.//Her şeye katlanabilmeli oysa” çeviri, Erhat Azra’dan…”

Azra’nın sevgili dostu Çapan’a bakalım aynı şiirin çevirisi bölümüne:

‘Bir yiğitten daha üstün o erkek’ başlığını uygun bulmuş.

 “…….

dilim tutulur;//İnce bir alev dolanır/ derimin altında;/gözlerim kararır,//yalnız kendi uğultusunu/duyar kulaklarım, ter dökerim;/ürpertiyle sarsılır her yanım,//kurumuş ot gibi solar rengim./Nerdeyse ölümle yüz yüzeyimdir,/ama yoksulum, katlanmaktan başka/elden ne gelir!”

Kriton Dinçmen çevirisini de alıntılarsam kaosa dönecek Güler’e dair anlattıkların!

“Bi’parça akademik oldu bu!”

“Sitenin adı öyle.’AYKIRI’!!!”

Carl Orff’un Carmina Burana’sı  ‘Ey Fortuna’ (!) ile başlayan bölümün başında ve sonunda  timpanilerin vuruşları kulaklarımızın zarını patlatır, üçlünün  ilk epizodudur. İkinci masal Catulli Carmina, Sappho’yu anlatır, tam da Catullus’unkilere denk gelir!

Her gece sevgilisiyle yatağı paylaşmak için yanıp tutuşan genç adam; onu, kadınlarla paylaştığını görür; hançeresinden çıkıp dudaklarından dökülen çığlık ‘Lesbia’dır?!

                                                                *

Güler’in kimliği, pek anlaşılmamış şiirinde:

“Mantosu sandalyenin arkalığında/Çantası üzerindeydi/Masada eldivenleri…/Akşam oldu/Güler giyindi gitti/Gözlerim bütün gece/ Masada, sandalyede kaldı.”

Sendeki biraz, Şekip Ayhan’ın: “Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı” Nihavend şarkısı misali olmuş!!!

“Şiirlerimin dize ölçülerinde bir hece fazla ya da eksik fark etmez benim için; ama gizli ayaklı koşmaları andırırlar.” diyorsun ya; bu ne ayak(!) söylemini anımsatıyor bana! Karacaoğlan üstat geliyor aklıma:

“Ağzı şeker dili nem’in balıdır/Ah ettikçe yüreğimi eridir/Bin katar içinde bu bir türlüdür/Urum’da, Şam’da biridir bu gelin.”

İki dörtlük atlayalım, seni aratmayan dizeyi avlayalım:

“Hele bakın şu güzelin haline/Çift memeler iz eylemiş koynuna/Varın bakın Gürcistan’ın iline/Acem Buhara’da birdir bu gelin.”

“Bak ‘bir(i)dir’ dememiş, zira ölçü bozulacak…

 Arzuladığın hayal kadının gölgesiyle:

 “Biz seninle sevişemedik sevişemeyeceğiz de/Gölgeler önümde bir karış ileri gitti.”

 Yaşadın (!) derin ayrılıkları; hep(i)si(!) kadındı farklı farklı…”

 

 

 

                                                                 ***

Sevdalılarının:

‘Gün doğdu,/ batmak üz’re,/ay ışığı yakamozlara/döşedi sevda yatağı/ keraat vakti/çoktan geçti, /bak/ bekliyor seni,/ nağmelerine kandığın kadın!!!’

Kur’Ağaç sevgililerinin ilenciyle şaşkın (!) binlik rakıyı yumruk mezesiyle yuvarlamış misali, şiş gözaltlarını parmaklarıyla düzlerken derin nefes aldı, çizgi haline gelmiş, gözlerinin üzerinden kapaklarını kaldırdı, gri gökyüzü parçası kovuklarından içeri sızdı…

Süzgün, solgun. umutsuz dışarı çıktı, koy verdi kendini şeytan uçurtması misali…

Geçerken Necati’nin önünden:

“Rüyada bile karşılaşmamız güzeldi Kur’Ağaç!”

“Hep aklımdaydın Necati(!) şölenden beri; yolum, yönüne düşmedi sanki(!) unutmadım senden aldığım:

“Bir gün ay çıkar hatırlarım/Bir pencere açılır görürüm gecenin içinde.” dizelerini!!!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                         -X-

Selene’nin şavkıması,  Marmara’nın maviliklerine yayılmış; ışığı, Kur’Ağaç’ın yokuş aşağı inişini takip ediyordu, kısa süre göz göze geldiler; vereceği sırrı fısıldayacaktı ki, yüzündeki hüzünlü sevdalı gülüş, önünden geçen bulutla örtüldü…

‘Şimdi, ne oldu sana, Pandora’nın tutsaklığından kurtulmuş, umudun koruyucu ve kollayıcısı, Helios’un kardeşi, karanlıktaki ışığım, çok geceler yoldaşım, Eos’un aydınlığıyla gülümseyen âşığım, söyleşirdik geçmişten, anlatırdın Endymion adlı sevgilinden ve baba Zeus’un zulmünden,  sızlardı yüreğim!!! 

Zengin kız fakir oğlan masalı, senin yazgın idi; yüzyıllar boyu şiir, trajedi, destan, dram, hikâye, romanlara dek; konuların kaynağı olan sen (Aradım, taradım ne opera ne de balede varsın(!) hakkında senfoniyi geçtim, üzerine bestelenmiş küçücük konçertanta rastlamadım, tek şarkıcık liede bile (!) yuf olsun batının tüm bestecilerine, seni fasulyeden bile saymamışlar (!) bizdekileri sorma; ama Fazıl Say umudum, Selene hikâyesine, yazacağım libretto andaç olsun, isterse!!!)…

Bi’isteğim var, yapabilirsiniz (!) Selene için bestelenmiş yapıta rastlamışsanız tarafıma iletilmesi; kara cahilliğimin karasının silinmesi…”

Böyle dalmış yürürken, yolun sonuna geldi, Bitirim Başı’nın kapısından içeri daldı:

“Hayrola, yorgun görünüyorsun üstat!”

“İhtiyarlık işte, düşle gerçek arası gidiş gelişlerim yormuş beni…”

“Bugün de dünkü misafirin vardı.

‘Kötü kader (!) haberi verilmişti!’

Geç vakte dek düşmeyince……”

“Bırakmış nağmelerini ortalık yere, echosu duvarlarda (…) içimi ısıtıyor…”

“sessizce ay ışığı misali ayrıldı buradan.”

“İki duble atayım erkenden yatayım diyorum, bu gece; Boğaz boyu yürürken içimde dolanan ışık seli yormuş beni!!!”

“Üstat ay battı gün doğdu, hesapları toparlarken unutmuşum zamanı şu zıkkımın içinde”

Esnedi Kur’Ağaç.

“İstersen çatıda tek odalı lüks sayılabilecek yer var, yokuşu tırmanmak zor ise, seni misafir edeyim.”

“Sağ ol (!) şimdi bekler beni dostlarım!?”

‘Kalmışsa!!!’

                                                ***

Vurdu yokuşa kendini, Seba ile selamlaştı, yarı karanlıkta Külebi’nin yüzü aydınlandı;

“SİVAS YOLLARINDA yürümüş misali, yorgun görünüyorsun Kur’Ağaç”

“Öyle oldu Külebi, Selene’nin gümüş ışıklı arabası ardından kanatlı atlarını izlemek(!) senin ‘Küçük Hanımın Gezmesi’ydi sanki:

“Doru atları tımar etti/Giyinip kuşanıp gitti//Baktırdı kendine saatlerce/Rüzgâr çıktı saçlarını kaybetti/Bir gül buldu saçlarını ararken/koklarken dikeni battı//Beyazcık parmaklarından/Gülün rengi aktı//Sinirleri bozuldu gül solunca/Ağladı attı//Eve döndü doru atlar yorgun/Soyunup yattı.”

“Çok yorgunum Cahit, 1 Eylül 1952 tarihli attığın zarf, bana Oscar Wilde’ın: ‘Beyaz gülün rengini kırmızıya dönüştürmek için kendini feda eden bülbülün yaptıkları karşısında; -benimkileri sorma!- şımarık zengin kızın yoksul âşık oğlanı terk etmesi’ hikâyesini hatırlattı. Sevdalılarıma görüneyim, kumpaslarında ne var öğreneyim diyorum, öğle sonrası görüşme umuduyla…”

                                                            ***

Kovuğundan içeri hırsız misali girdi; dişi bülbülün ilençli şarkısıyla öylece kaldı:

“Ne senin aşkına muhtaç, ne esirin olacağı(m)z.” Etrafında sinirli sinirli kanat çırpışlarıyla dolanan erkek bülbülün:

“Öyle bir sevgili buldu(m)k ki, seni unutacağı(m)z.”

 Güfte, Erol Sayan, Beste Muzaffer İlkar’ın Kürdilihicazkâr şarkısı, kulaklarını el ayaları ile kapattırdı, alnını kovuğun içe yarılmış budak deliğine vurdu vurdu vurdu; yüzü gözü kan içinde:

“Yeni aşkın kucağında, yeniden doğacağım”

‘Büyük söz söyleme büyük lokma ye!’ 

Yanıtı oldu Kur’Ağaç’ın:

‘Nerdeee Wilde’ınki, şimdi bunlar kim? Hayal mi (?) benimki (!) düş görecek günlerim çok uzakta kaldı…’

Neyzen gürültüye uyandı, Ney’inde:

“Niçin a sevdiğim niçin aman aman/(Seni) sizi sevdim budur suçum”

Güfte Karacaoğlan, beste Nikoğos Ağa, Hicaz nağmeleri kovuğu doldurdu; sevdalılar, tepedeki yumuşak yataklarına çekildiler. Kur’Ağaç, uykuya daldı…

                                                    ***

İkindinin sesleriyle uyandı, sevdalılarında tık yoktu; şakımaları duyulmuyordu; kim bilir ayrılmışlardı, Cumalı’nın Güler’i misali, sevgi dolu yuvanın sıcaklığından!

Külebi’ye uğrayacağını hatırladı, dışarı çıktı, Neyzen ile Tarancı’nın 16 Nisan Referandumu üzerine tartışmalarına kulak kabarttı; Neyzen’in “Bir kişinin seçimleri yenileme isteğiyle meclisi feshi, üç yüz altmışınkiyle aynı mı?” sorusu, kendi düşüncesinin tekrarıydı, ilgisini çekmedi.

Külebi, Kur’Ağaç’ı karşısında görünce;

“Bu sene yaşadığımız kış ne böyle!?”

Başını iki yana salladı, üstündeki karları silkeledi.

“Senin evin korunaklı ve sıcak; bizler, aç açıkta titreşiyoruz, beyaz örtülerimiz altında.”

Kur’Ağaç’ın morarmış yüzünü görünce:

“Hayrola sabah kuşluk vakti fark etmemiştim halini, ‘Evetçiler’le kavga mı ettin?”

“HAYIR!”

“Ya ne?”

Aşk derdi!”

“Bunlar hep ‘HİKÂYE’, dinle beni:

‘Senin dudakların pembe/Ellerin beyaz,/Al tut ellerimi bebek/Tut biraz.’

“Böylesi değil Cahit; bu, farklı (…) bidonumda ‘BATI’ şiirinden birkaç dize kalmış:

“…….

“Yalanlar, kötülükler, yüze gülmeler/Ve bağlanmalar bilinmeden/Ve ossaat  gitmeler/Ve düşüncenin düşünceye çarpması/Ve aydınlıklar pırıl pırıl/Ve sayrılıklar, umutsuzluklar, hayıflanmalar/Ve aydın yüzler, çakıp sönen/Ve şefkat ve kin ve keder.” lere denk geliyor…

Şunlar da, İSTANBUL, şiirinden bölük pörçük dizeler:

“……

Herkes beni aldattı gitti,/Anladım bu şehir başkadır”

…….

“Fakat içimde şarkı bitti.”

Diyorsun ya, beni anlatıyor!..”

                                                          ***

***Buraya Külebi’nin heykeli girecek

Asıl adı Mahmut olan Cahit, 9 OCAK 1917’de Tokad’ın Zile Kasabası Çeltek Köyü’nde doğdu…

Baba namı ‘Gullebiler’den esinlenerek soyadı yasasıyla Erercan’a veda edip;

‘Böyle gelişeceğini bilmezdim, köklerime su yürüdükçe onlardan bana, benden onlara armağan olsun’ diyerek Külebi soyadını seçti.

Unutmadı doğduğu yöreyi, TOKAD’A DOĞRU şiirinde, sonsuzluğa gönderdi:

“Çamlıbel’den …

Bidonundan ‘Han Duvarları’ fırladı:

“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,/Bir dakika araba yerinde durakladı/Neden sonra sarsıldı demir yaylar,/Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…/Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya,/Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya”

“Bırak şimdi Hece’nin Beş Şairi Çamlıbel’i; Beni, gürültüye getirme; siyasetçileri, hatırlatıyorsun bana, şiirime devam et!”

“Tokad’a doğru/Tozlu yolların aktığı ırmak!/Ben seni çoktan unuttum;/Sen de unuttun mu, dön geri bak.//Atların kuyruğu düğümlü,/Bir yandan yağmur yağar, ıslak;/Bir yandan hamutlar şak şak eder;/Bir yandan tekerlekler döner, dön geri bak.”

1898 doğumlu, ne de olsa ağabeyin sayılır; kim bilir kaçıncı gömlek atam!

“Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…/Ellerim takılırken rüzgârların saçına/Asıldı arabamız bir dağın yamacına.”

Pek de senden farklı değil; 1922’de çiçeği burnunda ve yirmi dördünde sen daha anaokulundasın,  Kayseri yolunu tutmuş edebiyat öğretmeni; belki ilk kez doğduğu İstanbul’un dışına adım atmış, gördükleri karşısında II. Abdülhamit ve diğerlerinin izbe, çorak, yıkılmış, yoksul bıraktığı, yalan olduğu söylenen, (Cüzdansız) pardon Vicdansız resmî tarihi değil mi bu, Anadolu’nun?!

Dolaştın ülkenin dört yanını; ‘KAYIP SEVDA’ şiirinde ne ovaların durgun suları:

“Nilüferler gibi solgun Ophelia!/Yapraklarına yapışır saçları./Açılır etekleri suyun yüzünde./Seyrederdi söğüt ağaçları.” kaldı.

 ‘BİZİM DAĞLAR’da:

“Ararat dağı anamın pişirdiği/Çocukluğumda yediğim nişastadır./Yıldız Dağı bir ekilmiş tarladır/Mevsim mevsim yıldızların bittiği.” ne de dağları!

“ŞİMDİ İZMİR’de sabahın sekizi/Karşıyakada, Alsancakta, Güzelyalıda/Bir ağ dolusu balık gibi gençliğimizi/Daha yeni çektik denizden rüyalarımızı da../

…..

Okaliptüsler, yosunlar aşkımıza öpüşür,/Anneler emzirir hayallerimizi./Bütün kızlar bizim için salınarak yürür./Ama zaman boş koydu ellerimizi.”

Ko’mamışsın; kıyısını, denizini…

                                                          ***

“Dumlupınar anaokuluna başlamışsın, hani diyeceğim şanslı çocuksun, o yıllarda ana değil baba okulları bulmak bile kolay değil! ‘İstiklâl’ adlı ilkokulun ilk üç yılını Artova’da, 4 ve 5. Sınıfları Niksar’da tamamlamışsın. Niksar’ın Fidanları, türküsünü anımsatırca:

“Kalenin bedenleri yar yar yar yandım/Koyverin gidenleri şinanay yavrum şinanay nay/Hopa şina şinanay şinanay  nay/Şinanay yavrum şinanay…”

Melih’in dizeleri düştü bidonumdan Külebi:

“Artık sesler kesildi,/Şarkı mı, dua mı bu biten?/Ah geceler güne dönmeden/son limana ulaştı gemi.”

Varlık Dergisi’nin 89’uncu sayısı, 15 Mart 1937’de yayınlanmış…

Gencecik insanda bu umutsuzluk (!) ne böyle ya?”

“Yıllar su gibi akıyor, dönüp yaşananlara baktığımızda!”

“Önemli olan nasıl yad edileceğimiz değil midir?

Çocukluğun o âzade halleri ‘HÜRRİYET’ şiirine yansımış:

“Eğer kuvvetim yetse benim/Rıhtıma koşarım yalnayak./Halatlarını bütün gemilerin/Bıçağımla keserim./Gemiler açılır sallanarak./Ben de peşlerinden bakarak /Gülerim,

Gemicik mi (?) demek istedin (!)

Çocukluğumda bırakırdık kâğıt kayıklarımızı,  Atatürk’ün dinlence evi yanından akan dereciğin sularına, açılınca denize, küpeştelerini yalardı dalgalar,  konteynırlarındaki umudumuz uzaklaşırdı, kimse bilemezdi, çoraklaşarak düşlerimizin yok olacağını…

…….

Şehrin bütün çocuklarını alırım evlerinden/Hepsine kiraz çiçeklerinden/Bir çift kanat takarım./Çocuklar havalanır uçarak/Ben de peşlerinden bakarak/Gülerim.”

Ne yaramaz şeymişsin çocukluğunda sen!!!

Sivas’da ortaokulu; Bursa-Sivas git gelleriyle tamamlamışsın liseyi. Babanın memuriyeti, daha çocukluğunda Anadolu tozlarını (Sahne tozları sanki!) yutturmuş sana ki, bitmemiş şiirlerinde yolculuklar!”

“Sende de olmalı yolculuklara değgin olanlar.”

“Otuz sekiz parçalık şiirimden dizesiz yazılmış 12. Bölümü anlatayım istersen:

“Dolaştım dağları, koyakları, gölleri, denizleri…

 Gündüzleri şarkılarıyla ağustos, geceleri ışıklarıyla ateşböcekleri yoldaşım oldu,     ormanlar içinden geçtim, yılanların şuh kadın misali akışlarını seyrettim,  yaprakların fısıltılarını duydum, ağaç örümceklerinin sevişmelerini gördüm,  her tür yaban yemişini tattım, hâlâ dilim kekremsidir, yeşil ve kahverengi sessizliği yaşadım, durgun derelerin salına salına döküldüğü, nefti göllerin sislerinde boğuldum, gri sularında kurbağaları kıskandıran kuğuların güzel kızlara dönüştüğüne tanık oldum; gün, alaca  karanlık, bataklık kokuları içinden, aydınlandı…  

Kentlere, kasabalara, köylere, beldelere yürüdüm; uzaklara,  ayak basılmamış    topraklara…

Güzel insanlar vardı…

Tas tas ayran, dilim dilim ekmek ve baş baş soğan buldum sofralarında…”

Anlatıyor gezip tozmalarımı, tekmilini yazmağa kalksam nehir roman(!?) olur. (Şimdilerde beş yüz sayfalık romanlar piyasada(…) ne yalanlar uydurmuşlar acaba???)”

Yüksek Öğretmen Okulu Edebiyat Bölümü öğretimi ve yaşadıkları, çocukluğundan kalma hayallerini, düşten çıkardı; ‘Adamın Biri, 1946; Rüzgâr 1949; Atatürk Kurtuluş Savaşında 1952;  Yeşeren Otlar 1954; Süt 1965 yıllarında yeşerdi…

“Nedir bu ya (!) senin üçüncü şahıs çırak’ın anlattıkları, kurşun asker misali diziyor bunları, istemem kalsın, öldürüyor beni; yazdıklarımı yaşadım, kendi kozamın içinde ördüm ipeğimi, yakıştı mı ona bu?!”

“Haklısın Külebi, diğerlerine özenmiş sanki! Şu memuriyetlerine baksam diyorum.”

“Dur anlatayım:

Ankara Gazi Lisesi ve Ankara Devlet Konservatuarında edebiyat öğretmenliğiyle başladım hayata…

“Antalya Lisesi’ni unuttun! Arkadaşım vardı, Burhan namlı orada!”

 “1941’de evlenmeye fırsat buldum, askerlik dönüşü, tanıdığım her âdemin örneği idi yaşantımız.

Milli Eğitim Müfettişliği, artlarından gelen oldu. Eh, İsviçre Kültür Ateşelik’i ve öğrenci müfettişliği de fena sayılmazdı hani…

Baş Müfettişlik ve Kültür Müsteşar yardımcılığı…”

“Çırak’ım saydırırken yapıtlarını, kızgın olan sen, şimdi na’pıyorsun (?)”

“Nasreddin Hoca hikâyeleri okumamış misali, karşı çıkışın!!!”

“Yakışmış diyemem haspaya…

Gel anlaşalım, isteyen Osmanlı’nın ‘Kim Kimdir’ini; Osmanlıca’yı söktüremeyenler; piyasada çeşitli adlarla dolaşan Edebiyatımızda İsimler Sözlükleri’ni açıp, baksınlar ve ödev verilmişçe okusunlar; anılarımda kalmış; altmış sayfalık daktilo edilmiş, tamamı yazarından intihal edilmiş kitaba kırık not verince tüm sülaleyi başıma yığdılar, idare ile papaz olma günlerimi hatırlatıyor, kovduracaklarmış beni, henüz kanun hükmünde kararnamelerin çıkmadığı zamanlar; İsa’dan Önce(…) tarih kaç, ne bileyim(?) tehdit yılları işte!!!”

                                                         ***

“Halk edebiyatı, gençliğinde önemli yer tutmuş…”

“Doğru, etkilendim; ilk şiirlerimde hece ölçüsünü kullandım, insan etrafından kopya çekiyor, ne de olsa…

Yarım uyaklar ve iç sesler her zaman ilgimi çekti.”

“Sadece şekil yönünden değil, konu olarak da; destanlar, türküler, masallar favorin olmuş…

Sendeki şekil yönü, hecenin klasik tanımına uymamış hiç; bazı dizeler; 9-9-8-9 heceli giderken değişivermiş, duraklar da savrulmuş ötelere, (Henüz Demokrasinin son durağı belirmemiş enginlerde) pek de uyum göstermemiş, baktıklarım içinde en yakını:

“……

Kamyonlar kavun taşır ve ben/Boyuna onu düşünürdüm./Niksar’da evimizdeyken/Küçük bir serçe kadar hürdüm.”

İSTANBUL şiirindi…”

“Serbest şiirler ya da duraksızlar diyelim…”

“Evet, ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA:

“Edirne’den Ardahan’a kadar/Bir toprak uzanır,/Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar/Ardahan’dan Edirne’ye/Edirne’den Ardahan’a kadar.”

Üstat (!) sendeki hece mantığını eleştirmek istemem, yapmak zorunda da değilim (!) her güzeli yaratan, bilir sorumluluğunu, geçer akçe sayılır…

İlkokul ve ortaokul günlerimde, Millî Bayramlarda (Şimdi yerlerinde yeller esiyor)  şiirini seslendirmek kısmet olmadı, pısırık mıydım ne?..

Yalnız (!) Köy Enstitülerinde öğretmenliğin pek bilinmiyor (?) oradan mezunlara sormak gerek: (Tanıdığım kişi, müdürü olduğu lisenin ‘1977’de sendika çalışmaları nedeniyle –uzlaşmacıydı patron yönünde- ‘1978’de tatili, Ecevit Hükümeti’nde…)

“Nasıl yani!!!

“Patronlara özgürlük her daim mümkün…

Alacağım var; çalıştığım yılın haftası eksik kalmış, ben emekçinin, tam otuz dokuz yıllık, faiziyle kıdem tazminatı…

“Ne diyorsun Kur’Ağaç, kendini mi (?) beni mi (?) anlatıyorsun; okuyucu, görmedi böyle kendini seveni (!!!) okulu sana bağışlasınlar; ama sen, yine geri verirsin, tüm bu değeri!!!”

“Neyse geçmiş günler (…) övünmek kolay, bilene sormak zor(!) insan unutmuyor, orada burada okudukça parlak söylemlerini; birikmiş anılar, geçmişin çıktısı ve çıkıntısı oluyor!!!

Nevit Kodallı’dan öğreniyoruz; destanın yazılmasını, senden istemiş!!!

“Nevit, sana Atatürk’ü yolluyorum (1950) demişsin (Ne kadar doğru onu da bilmiyorum: bu bilinmezlikler içinde).

“Şimdi kendimi tutuklu; ama yargılanmayan Cumhuriyetçiler misali her şeyden yoksun hissediyorum.”

“Söylediğine, baktım; ‘Kim Kimdir’lerde yok (!) üşenmedim, Meydan Larousse’a baş vurdum; yarıldı kafam, orada da yok yok, anılar taradım beyhude; ama öyle düşmüş, konuyu bildiğini iddia edenden!!!”

“Nevit (1952) ‘de tamamladı oratoryoyu, Atatürk’ün naaşının Etnoğrafya Müzesi’nden Anıt Kabir’e nakli töreninde (1953) seslendirildi.”

“İlkokul son sınıfdaydım sanırım, (Dur karneme bakayım (!) hep(i)si pekiyi) televizyon yoktu; radyodan yayınlanıyordu, okulda herkes ağlıyordu; o zaman mı sesler kulaklarıma doluşmuştu;

 ‘Yok canım, atıyorsun (!) çok sonra, şimdi viran olan AKM’de izlemiştin, kim bilir kaç kerre(!)…’

“Biliyor musun (?) çocukluk bitmez tükenmez sermayedir, ihtiyarlıkta!!!”

“Atatürk’ü severim.”

“Okudum:

Halk önderi, devrimci, destan kahramanı, büyük komutan, yenilikçi ve kurucu devlet adamı nitelemeleri sana ait; destanı da, bunları anlatmak için yazmışsın zaten…

Dur, ben sana Alman Profesörün sözlerini aktarayım:

“O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmağa uğraşan kahramandı.” (Nokta) İmza, Prof. Walter L. Wright Jr. (İyi ki, bizim üniversitelerde hocalık yapmıyor, papucu çoktan atılırdı dama!!!)

Türkçe şarkıları da, biliyor diyesi geliyor, adamın:

“Başka söz söylemem (aşktan) Kemâl’den yana ben.”

Alâeddin Yavaşça’nın Kürdilihicazkârını hatırlatıyor…     

                                                    ***

“Doğduğun topraklara ve çocukluğuna özlemin hiç bitmemiş, memleket manzaraları ve insanlar, şiirini beslemiş…

“Sivas yollarında geceleri/Katar katar kağnılar gider/Tekerleri meşeden./Ağız dil vermeyen köylüler/Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?/Ağır ağır kağnılar gider/Sivas yollarında geceleri.”

Geçerken Sivas üzerinden Divrik’e,  Tohma suyunu hatırladım; Reşat Öğretmenin hikâyesinde anlattıklarımla örtüştü sanki!

“Şimdi, malların boyunlarına asılı küçük çıngırakların çınlamaları ve tembel geçişlerin müziği dolduracak, yıkık dökük okuldaki bekâr odamı; küçük konçertant en saklı köşelere dek sıvanacak…

Sonra, köpeğin neş’eli havlaması, baritonun sesinden dökülecek, aşk şarkısını sunacak; anlağı enez çoban kızın anlaşılmayan sözcükleri,  kontraltoya yaklaşan koloratur soprano ezgileri olacak ve dolduracak yalnız yüreğimi…”

“Bu ne ya(!) şiir mi, Hikâye mi, roman mı?”

“Hayır(!) Yalnızlık Ruhun Orospusu!!!

“Biraz daha devam etsene, unuttuğum meslek bu kış gününde yeşerecek!”

“Dedesi Musto’nun durmamacasına akarak sürüklenen tahta sol bacak hışırtısı ve çocukların incecik çığlıkları küçük koroyu oluşturacak…

Fazla tıraş cildi bozar, şimdi, sana dönelim.

                                                              *

 

En hafifinden şimdi yapılanları ayıplamak ile nitelenecek gelenekçilerin yaşam örüntüsünü faş etmen, öğüt yerine geçecek:

“Hepiniz öleceksiniz!/Tanrı katına çıkacaksınız utanmadan!/Ruhlarınız koyup kaçacak sizi,/Topraklara gömüleceksiniz.”

Dizelerini, ‘ÖLÜMLÜ İNSANLAR İÇİN’ şiirinden seçtim, ‘el âleme verir talkını kendi yutar salkımı’ tekerlemesini anımsattı bana…

Umutlu insanların arasında şairin yerini ayrı koymuşsun hani!!!

“Hava bugün de bulutlu/Rüzgâr daha serin esecek./Bütün insanlar umutlu,/Şairler mahzun gezecek.”

‘GÜZ YORUMU’ şiirin ile İstanbul kıyıları, hafif poyrazla nefes alacak, (Onun da yolu değişti, çok katlı AVM’ler arasından!) âşıklar el ele, Bostancı-Dalyan arası kıyı şeridini yürüyecek -ama ne sevda (?) dört buçuk kilometre(!) gidiş- Burgazada’daki Sait’i anımsayacaklarını umalım…”

“İnşallah!!!”

Dikkat ettim; 8-9-8-8 heceleri, yeni şiirin şekil anlatımıdır diye his vardı içimde (!) söyleyemeyeceğim; ardından gelen dörtlü 7-10-11-7 heceli!?

“Amaan be(!) Kur’Ağaç, pisikiyatriste gözüksen iyi olacak; tanıyı koymayayım; o, ‘Obsesif kompülsif’ diyecek!!!

Ben sahneyi çizerim, oynayarak öğrenir, oynatarak öğretirim, gerisi yaşanmışlığın ötesinde boşlukların içinde boğulmalar; sözcüklerin boğuntularıyla masturbasyon yapmaktır, o da güzeldir çizersen hayalin yedi rengini!!!”

 “Umutsuz insanın sarhoşluğu, BATI şiirinde filizlenmiş, bu gün meyveye durdu, sen gideli beri:

“Acı acıyı, geceler geceleri/Yalnızlık yalnızlığı yer bitmez./Sen seni kemirirsin bitersin.

Senin FARE şiirin ses veriyor bidonumdan:

“Umutsuzdu yalnızdı, hali yoktu,/Canı çok yanıyordu günlerden beri./Ne alnında dolaşan bir dost eli/Ne imdat isteyecek kimsesi vardı,/Ne Tanrısı ne de Peygamberi.”

Kendini ısıran hayvanlar gibi/Koca şehirler kıvranır durur/Bir kurşun sıkmak istersin, gücün yetmez.”

aşk-ü sevda gövermiş ‘VARSAĞI’ şiirinin son dörtlüsünde:

“Dolaşıp durursun Kerem gibi/Çetindir, çetin senin işin./Böyle kaybolduydu bir zaman/Karacaoğlan adlı kardaşın.”

Ve yoksulluk, hep(i)si şiirlerinde, otuz iki kısım tekmili birden!!!”

                                                  ***

“Bülbüllerin uçarken yeşermemiş dallar arasından pisledi tepemi!”

“Kısmet sayılır demeyeceğim EVETÇİLER misali, sana değildi bu (!) gez göz arpacık nişanıyla yanlış yere düştü mermi; dış politikada  geçerli savunu bu!!!”

“Bak, Ay doğdu (…) niyesini bilmiyorum, ışığı sana doğru!”

“Hüznümü bilen tek sevdalı Selene kaldı, Çarşı’ya yine geç kalacağımı anlattı, tanrısal diliyle; ama bakışı kekremsiydi…”

“Nereden anladın?”

“Her şeyi anlayamayız (!) duygu durum diyelim buna!!!

                                                                  *

“Uzun zamandır röportaj için aramamışlardı, Styks’in öte yanı ile birleşmişti kaderim; sen bunu çökerten kahramanım oldun Kur’Ağaç; arkana bakmazsan peşinden geleceğim, unutma!!”

“Bazen istesen de yazgı bozulmuyor, dönüp dönüp bakılıyor, dostu kucaklama sevinciyle, kader değişmiyor, dönüyor kedere…

Sen bunu 1938 tarihli HAZİRAN şiirinde:

“Her akşam bulutlar /bilmez telaşımı/Her akşam bulutlar/Belki de Haziran/Bulacak naaşımı/Belki de Haziran.”

 Söylemişsin(!)

 FARE şiirinin son ikilisinde ise:

“Bir varken bir yok oldu/İşte dünyamızın işleri.”

Diyerek noktayı koymuşsun (!) elden ne gelir (?) şimdi değil Haziran (!) 9 Ocak!!!”

                                                                ***

Bu kez aşağı yürümedi Kur’Ağaç; Nişantaşı’na yöneldi, eski dostu ‘The’ kadını hatırladı, Selene’nin yüzü sarardı…

“Na’pıyorsun (?) Çırak’ım (!)”

“BİR sözcüğü yerine –sadece bu iki yıldız arasında -‘THE’ nın Türkçe söylemi ‘DI’yı yazacağım; bakali (!) ne olacak (?) edebi/yat piyasasında…

Bu (!) bilinen ve bilinmeyen adları tanımlama benim sorunum değil (!) onu İngilizler düşünsün!!!

Merak ediyorum, 2030’larda kopacağı söylenen log. on tabanlı on üzeri yedi buçuk şiddetindeki depreme benzeyecek mi ?! ”

Geçen yılları düşündü…

 Onlar!!!

Belki de hayaldi…

Vazgeçti,  dönerken çarşıya dı barın önünde sigara içen grup içinde dı arkadaşını gördü; diğerleriyle tütüyorlardı…

“Hayrola üstat, sen buralara düşmezdin, dı yanlışlık oldu sanırım.”

“Hayır (!) çok eski dı arkadaşım düştü aklıma dı ziyaret edeyim dedim, nasıl dı karşılama yapacak dı merak etmiştim!!!”

“Hadi gel, dı duble rakı ısmarlayayım, sana tanımadığın dı çok sanatçı arkadaşımı tanıştırayım, dı sürü dedikodular; hiç dı yerde göremeyeceğin!!!”

“Teşekkürler, yalnız kalmayı, geceyi dinlemeyi, dilime düşecek dı şarkı ile Bitirim Başı’nın yolunu tutayım istiyorum…”

Selene’ye baktı kahkahalarla gülüyordu, kimse fark etmedi.

                                                             *

Kur’Ağaç, Bitirimhanenin kapısına varmıştı ki, Japon Noh-Kabuki karışımı oyuncu misali, suratı beyaz boyalı hanende ile karşılaştı; yavaş hareketlerle, balerin yumuşaklığında kollarını açtı, Kur’Ağaç’ın flöre eden suratını görünce gardını aldı, geri sıçradı kadın:

Göz göze geldiler…

‘Ne bu böyle(!?)’

Başını soğuk, açık gökyüzüne kaldırdı; sarmaş dolaş dans edenleri, zil zurna sarhoşları, çılgınca eğlenenleri, Selene’nin gümüşî parçacıklarla onları kutsadığını gördü (!)  Kur’Ağaç!!!

Kadının yüzü, Selene’den daha saf beyazdı…

Bitirim Başı, kadının ardından ak saçlarıyla göründü:

“Senin için yaz bahçesini müşteriye açtık, ama rağbet görmedi; Selen…

‘Hanendenin adı da, sevdalı Tanrıçamla aynı imiş, ne tesadüf (?!) ancak romanlara denk gelir sanırdım!’

 ile yalnız kaldık, bekledik, sana diyeceği varmış, ben içeri giriyorum…”

                                                    ***

Saniyeler yetmiş beş yılla tanımlandı; Kur’Ağaç, kadının maskesini çıkarmak için elini uzattığı an:

“Lütfen gecenin büyüsü bozulmasın, seninle gelmeğe henüz hazır değilim!”

Sözcükleri döküldü yerlere; Kur’Ağaç Selene’ye baktı, çevresindeki tüm yıldızlar sönmeğe başladı, kayboldular…

“Yine yalan söylüyorsun Peer Gynt masalında anasının zılgıtı, Edward Greig’ deki suites  yankılandı bidonundan kedere ve kadere boyun eğerek döndü, yokuşu tırmanmağa başladı; Seba’nın ‘Günaydın’ı boşa söylenmiş selam olarak kaldı ortalıkta, içindeki ‘Barış’ çoktan çökmüştü, az önce bıraktığı yerde.

Neyzen’in Ney’i seslenmedi…

Kur’Ağaç’, yalnızlığın harmanisine sarınıp sızdı kabuğundan içeri!!! 


Herkes bilsin