Menu
26 Mayıs 2017

Bence bütün filmler tek bir cümlenin altını biraz daha koyu çizmek için yazılıyor, çekiliyor, kurgulanıyor.

Sevinç Erbulak

Manchester by the sea'yi hep ''üzgünüm, beceremiyorum'' repliğiyle hatırlayacağım

 

''Üzgünüm, beceremiyorum'' bu dünyada duyup duyabileceğimiz en güzel cümlelerden biri olabilir mi?

Olabilir.

Kenneth Lonergan'ın yazıp yönettiği '' Manchester by the sea'' çevrilmiş ismiyle ''Yaşamın kıyısında'' seyredenlerin hayatının kıyısına vurdu, hala orada duruyor kanımca.

Casey Affleck'in tarif edilmesi zor Lee karakterine can verdiği film, bir kasabanın sakin görüntüsüyle açılıyor. Yumuşacık. Uzun zamandır gitmediği, büyüdüğü şehirden bir telefon geliyor Lee'ye. Ağabeyinin hastanede olduğunu ve durumunun çok ciddi olduğunu öğreniyor. sonra bu ani kayıpla, hayatı ve pek çok hayat değişmek zorunda kalıyor. Ağabeyinin oğluna bakmak, onun sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalıyor.

Casey Affleck, bir an evvel hikayesi hakkında fikir sahibi olmak için acele ettiğimiz ( çağın hızına yenik düşmemek elde mi ? ) Lee'yi o kadar incelikli bir şekilde sunuyor ki, onunla birlikte yavaşlayıp, onunla birlikte hareket etmeye başlıyoruz. Gidiyoruz yani onun arabasını sürdüğü her yere...

Gereksiz duygusallıklara, duygu sömürüsüne asla izin vermeyen Lonergan, bize sürekli olan değişen durumları sanki filmi karşı pencereden dikizliyormuşuz gibi seyrettiriyor. Gücünü ve etkisini yalınlığından alıyor. Bizi içine öyle bir çekiyor ki, bittiğinde film izlediğimizi unuttuğumuz için bir an kalakalıyoruz.

Beceremediğimiz şeyler üzerine eğer cesaretimiz yerindeyse düşünme fırsatımız oluyor, tabii bir de acelemiz yoksa.

Film, pek çok izleyiciye yavaş gelecektir, özellikle sadece müzikaltı olan bir sahneler bütünü var ki, hayatımın filmlerinin en güzel anlarında hep yerini koruyacak. Bazen, hatta nicedir çoğu zaman repliklerin o kadar da önemli olmadığını hissedenlerdenim. Etkilendiğim, kalbimin köşelerine aldığım en güzel anlar, sözsüz, sessiz durumlardan oluşuyor.

Murathan Mungan'ın kelimelerle istediği gibi dans ettiği romanlarından birinde şöyle bir şey yaşamıştım gecenin bir vakti. Bir kayıkta iki kişi, suyun üzerinde seyrediyordu, her şey yolundaydı; her şey çok güzeldi, Mungan öyle bir anlatıyordu ki o sularda seyretmemek mümkün değil gibiydi ve birden içimi çok büyük bir korku kaplamıştı. Çok ama çok kötü bir şey olacağına dair güçlü bir his, bir panikle dolmuştu içim. Ve de olmuştu. Bunun nasıl olduğunu hala bilemem mesela. Bu hisse neden kapıldığımı, neden bu kadar çok korktuğumu ve korktuğumun başıma geldiğini...

Manchester by the sea filminde de böyle bir sahne var. Lee, evden çıkıyor ve markete doğru yürüyor. Hepsi bu. Lee yürüyor. İçimi kaplayan korku ve paniği o kadar iyi hatırlıyorum ki şimdi, yanılmayı içtenlikle dilediğim o korkumu...

Sinemanın ve edebiyatın büyüsü de bu sanırım. Bizi izlediğimiz veya okuduğumuz şeyin ötesine geçirebilmesi. Şıp diye.

Ama bunun şıp diye olabilmesi için nasıl yıllarca çalıştıklarını, kelime kelime incelikler üzerine düşündüklerini yazmayacağım şimdi, budalalık olur bu.

Michelle Williams, kariyerine ve kendisine aşık olduğum kadın oyunculardan. Hep. Her zaman. Her oynadığıyla...

Lee'nin eski eşini o oynuyor. Oynadığı bütün rollerde olduğu gibi, sadece o oynadığı için daha iyi kavradığımız, hak vermediğimiz zamanlarda bile anladığımız bir kadın Williams. Birini sevebilmek için ona hak vermek zorunda olmadığımızı her defasında rolünün bir yerine iliştiriyor, usulca. Oyunculuğu kadar usul usul yapıyor bunu. Kilisedeki selamlaşma sahnesinde ( o müzikaltı sahnelerden biri bu) hatırlayın beni. Michelle'in etkisinden çıkabilirseniz hatırlayın tabii, sanmıyorum ama deneyin bir.

Yönetmenlerin, filmlerini nasıl oluşturduklarını, hayal ettiklerini, yazdıklarını, oyuncularını teker teker nasıl bulduklarını bilmiyorum ama, bunları bilmediğim kadar bildiğimi zannettiğim bir şey var. Bence bütün filmler tek bir cümlenin altını biraz daha koyu çizmek için yazılıyor, çekiliyor, kurgulanıyor. Şey gibi, ağaç gibi yani bu cümle. Yüzlerce dalı, yüzlerce başka repliği, anı, kıyıya vuruşu, karaya çıkışı var ama o ağacın ne ağacı olduğu mühim.

Ben, Manchester by the sea'yi hep ''üzgünüm, beceremiyorum'' repliğiyle hatırlayacağım. bu repliğin gücü ve etkisiyle. Minicik bir hikayenin gücünün ne denli kocaman olabileceğiyle.

Karakolda sorgulandıktan sonra, evine gidebileceğini söyleyen memurlara ''Bu kadar mı yani, bitti mi şimdi ?'' diye soran Lee'nin gözleriyle, eski eşiyle bir sokak köşesinde alelacele konuşmaya çabaladıkları o tutuk an ile, yönetmenin ( her ne kadar bunu filmi izledikten sonra bir arkadaşımdan da öğrensem ) kendini yönettiği o kısacık sokaktan geçen adam sahnesiyle ve Lee'nin sevgililerinden birinin annesinin, Lee ile sohbet edemeyip çocukların odasının kapısını tıklattığı o sahne ile. Bazı filmlerden çıkınca, peki yönetmen bana gelmiş ve ne oynamak istiyorsan o senin rolün Sevinç deseymiş, oynar mıydım ? Oynasam hangi rolü oynardım dediğimde; bu filmi düşünüyorum ve Lee'nin sevgilisinin annesini oynamak istediğimi buluyorum içimde. Büyük keyifle. Hem Casey Affleck ile iki sahnem olacağı için, hem de Michelle Williams filmde kalsın diye. Böyle zamanlarda kendimi o sette hissedebiliyorum, iki sahne arasında beklerken, ne bileyim belki de elimizde kahvelerimizle çocuklarımız, kedilerimiz, sevdiğimiz başka filmler hakkında konuşuyor. Dedikodu yapıyoruz Williams ve Affleck ile. Olmayacak şeyler değil bunlar, dünya artık bir cevizin kabuğuna sığabilecek kadar. Veya hayal edebilmek hala bedava olduğundan.

Manchester by the sea's izleyin. Oscar yarışı içinde, bilmiyorum Akademi'ciler onu görebilecek mi ama şimdiden yazayım ki  ( ki bu yazım yayınlandığında bunu biliyor olacağız ) benim en iyi erkek oyuncum bu filmde.

Sessiz, sade, ilmek ilmek işlediği oyunculu ile. Zaten başına gelen her şey bu incelikler yüzünden....

* * *

Aynı yarışta, bir film daha var. İsmi ''Lion''. Gerçek bir hayat hikayesi. Herkesin kalbinin kaldıramayacağı bir film. Biyografik bir şölen.

Yönetmeni, Garth Davis.

Dünyada böyle bir olayı olmuş olabileceğine, 25 sene sürmüş olabileceğine inanmak öyle hemen yapabileceğimiz bir şey değil.

5 yaşındaki Saroo, ağabeyi ile beraber gittiği bir kasabada, tren istasyonunda bir trenin içinde uyuyakalıyor ve ağabeyini kaybediyor. o uyurken trenin hareket etmesi sonucu, kendini evinden ve ailesinden kilometrelerce uzakta buluyor. Başına gelen onca inanılmaz olaydan sonra, Avusturalya'lı bir aile tarafından evlat ediniliyor. Nicole Kidman Saroo'yu evlat edinen anne rolünde bu güne kadar izlediğim en şahane rolü oynuyor. Hayran kalmamak, onun hissettiklerini hissetmemek mümkün mü bilmiyorum. Dev Patel, Saroo'nun büyümüş halinde bizimle. Neredeyse filmin yarısında Saroo'nun gençliğini oynayan, Sunny Pavar, ağabeyi Abhishek Bharate, Saroo'nun kız arkadaşında büyülü Rooney Mara, hayatı boyunca oğlunun geleceğine inanan anne rolünde, Priyanka Bose bizi öyle bir sarsıyor ki, yani beni öyle bir sarsıyor ki; film bittikten sonra çok uzun bir süre onlarla beraber yaşadım.

Gerçek bir yaşam öyküsü olması bir yanıyla da film haline gelmesinde izleyiciyi de oyuncuyu da zorlayan bir şey. Üstelik kahramanların hala hayatta olmaları da oyuncular için filmi iyice zorlaştıran şeylerden biri olmalı. Kendilerini izleyecekleri bilinci. ''Bilinç hepimizi korkak ediyor''. Hala.

Filmde yetimhane bahçesinde bir sahne var, minik Saroo ve bir kız çocuğunun üzerlerindeki tel kafesten gökyüzüne baktıkları bir sahne. İzleyenin o sırada yetimhanenin avlusunda hissetmemesine imkan yok. Saroo, ağabeyi Gudu'nun adını bağırırken bağırmaktan yorulduğunda sayıklarken kendini Gudu'yu ararken bulmamasına da öyle.

Gözyaşlarımın içime aktığı, 25 senelik arayışın filmi '' Lion'', dönüp dönüp izleyeceğim, arşivlik filmlerden. Dünyanın, dünyada yaşayan insanların, aynı anda hem bu kadar acımasız hem bu kadar insaflı, hem bu denli hain, hem bu denli vicdanlı olabileceğinin madalyası gibi. İnsan bu filmi, kolyesinin ucuna takıp onunla yaşamak istiyor.

Dev Patel, beyazperdeden seyircilerin arasında karışabilen bir oyuncu. O kadar ışıklı ki ona bakarken gözlerimiz kamaşıyor. Aynı zamanda da ışığının sönmesi gereken sahnelerde o denli mat ve yorgun. O kadar iyi bir oyuncu ki onu izlerken dünyanın küçücük bir yuvarlak olduğuna inanmak ve günün birinde karşılıklı oynadığımızı hayal etmek istiyorum. Kalbim bir kaç saniyeliğine durup yeniden atmaya başlayabilir böyle bir şey gerçek olursa...

Filmin sonunda izleyecek olanları bekleyen sürpriz, yönetmenin seçimi olmalı. Nefessiz kaldım. Lütfen izlemediyseniz, hakkında çok da bilgi sahibi olmadan gidip izlemeye çalışın. Ben böyle, boş beyaz bir kağıt gibi gittiğim için çok ama çok dokundu bana ''Lion''.

İçindeki umut edebilme yeteneğini kaybetmemiş ve birini kaybetmenin ne demek olduğunu kalpten bilenler için bir başka güzel bu film.

Sunny Pavar'ı görmeyen Akademi üyelerine de ayrıca teessüflerimle yani...

Gönlümün bütün oscarları senin minik yürek.

İnanın bu iki film, bu haftayı da önümüzdeki haftamızı da kurtarır...

Sevgiyle...

 

hamiş: filmin adının neden ''Lion'' olduğunu merak edenlere de özel bir sevgiyle... Film bittiğinde bu sorunuz cevapsız kalmayacak, endişelenmeyin...

 

 


Herkes bilsin