Menu
27 Ocak 2018

Yapabilme İhtimalini Sevmek…

Aytuna Tosunoğlu

 

Çok emek var, tabii.

Atıf Abi yaşasaydı, filmin galasına davetli olsaydı, o sayede görseydi, filmi; çıkışta kendisine uzatılan magazin basını mikrofonlarına böyle derdi, “Çok emek var, tabii.” Beğenmedim demek yerine böyle derdi. Bir tanesinde bizzat oradaydım, kulağımla duydum!

Çok emek var, diyerek başlamalı. Bir adamın zihninde gördüğü bir hayali gerçekleştirebilmek için var gücüyle çalışan bir ekip var, öncelikle. İşin içine CGI, FX, BB, GBler de girmiş. Yani, teknoloji meknoloji derken harcanan çok para var. Bize ne, ama filmin yapımcısından, senaryo yazarına ve hatta başrol oyuncusuna kadar herkes(!) pahalı bir film oldu diyor. İnsan düşünüyor, kuralı kalmayan her oyun ortalığa saçılır, darmadağın olur. Çok paraya mal olmak ne demek? Gönderme yapamayacağın bir alış-verişte dizginsiz bir spekülasyon içinde yüzmez miyiz bu fiyatlandırma konusunda? Denizi kurumuş bir İstanbul Boğazı görüntüsü kaça olur, hani? Kum fırtınası sonrası turuncusunda (gökyüzünden yansıyan ışık öyleydi valla) 50 sene öncesinin Yeşilköy Havalimanı’nın uçak pistine paraşütle ineceğim, ayakta duracağım, ne kadara mal olur, mesela? Yüz bin mi? Okumayan ancak izleyen kitlenin bağrından kopup gelmiş bir zeki, komik, akıllı adam olarak soruyu böyle sormuş mudur, muhatabına… Sormuş ya da sormamış, ahlakdışı bir şey yok burada. Neyse fiyatı, ödemiş işte!

Ama kardeşim, filmin masa başı sürecinde yaratıcı ekipten kimse dememiş mi, senaryo olmadı diye… Dememiş, demek ki. Herkes yaratıcı ekipten zaten. Bilgi-işlem, video teknolojileri derken herkes fiilen yaratıcı oldu. Onlar sayesinde de her şeye bir anlam yükler olduk. Filmin yaratıcısının ne anlam yüklediğini bulmalıyız, bence. Kötüler filmlerde olsun, iyiler yaşamın içinde gibilerinden açıklamaları var. Hani o masa başı sürecinde masanın etrafı bir hayli kalabalık olmalı. O kalabalıkta, “senaryoda sorun var” diyenin sesi duyulmamış olabilir mi? Ya da yaratan duymak istememiş mi? Ne de olsa yaratan o! Ol, dedi. Oldu. Mesela, daha önceki iki filmde neşeli bir “gey” olan robot 216, bu filmde evlere oyuncak olarak girebilmek için zamanın ruhuna uyarak, pipisiz erkeğe dönüştü ve bir kadına âşık oldu. Normalleşti, yani. 

Filmin bir ideolojisi yok; sorgulamayı, şüphe etmeyi, gülmemeyi yasaklamamış. Net cevaplar verebilecek bir soru tasarlamamış. Komedi türünün olmazsa olmazı: Bir topluma bakış açısı sunmamış. Ancak, ortaya üst üste katlandığı için sırasını, varlığını, renklerini, çeşitliliğini kaçırdığımız (çeşitliliği kaçırmamızı istemiş olabilir) tek yüzlü bir düzlem bırakmış. Sorun şu ki; gülmediğimiz için olsa gerek o düzleme kendimize göre bir anlam yükleyemiyoruz. Senaryo yazarının, film yönetmeninin gönderme yaptığı şeylerin onların niyetleri ile doğrudan ilintisi parçalanmış durumda. Örneğin, filmin yaratıcısı kendi geçmişinde mutlu bir ana/döneme özlem duymuş, gitmiş nostaljinin kapısını çalmış. Nostalji en son 1990’larda o adresteydi, evet. Bu yüzyılın ilk çeyreğinde aynı adrese melankoli taşındı. Filmin senaryo yazarı kendisinde bunu ıskalamış…  

Bu komedi filmin özellikle bir ruhu olmalıydı, o yok. Melankoli bile yok! Gerçekliğe karşıtlık yaratacak başka bir sahne, oyun kurmak lazımdı. O da yok. Onun yerine göstergelerin sonsuza değin çoğalması, geçmiş ve güncel biçimlerin yeniden kullanıma sokulması var. Bu filmin benzerlerine – rakiplerine hani – bir karşıtlık içinde olmadığını da söylemeliyim. Sinemanın fuayesinde bu filmin afişi, diğer komedi filmlerin afişleriyle birlikte, sıra sıraymış gibi duruyor. Afişler de elektronik, biliyorsunuz. Dolayısıyla sıralama yok, birbirinin içinden geçerek, yukarıdan aşağıya soldan sağa akıyorlar. Bu durum bendenizi ayrıca düşündürtüyor; “çok satıyor” diye piyasaya sürülen komedi filmlerimiz tam bir farksızlık içinde bir arada bulunuyorlar. Biz de bunları, derin bir umursamazlık uyandırdıkları için aynı anda benimsiyoruz. KFC’nin çelik raflarında, çok sayıda tavuk budunun birbirinin aynısı biçimleriyle beklemesi gibi. Farklılık varsa yemek istemeyiz.

Filmin hem senaryo yazarı hem yapımcısı hem de başrol oyuncusu olan komedyenimiz bu filminde artık kendini aşamayan ve giderek daha fazla tekrara düşen, kendi üzerine kapanan bir yerde duruyor. Biçimler arasında vahşi bir abartı, geçmiş biçimler üzerine sayısız çeşitlemeler (Yeşilçam filmlerini taklit yerine zincirinden boşanmış reklamcı karelerini kastediyorum) ve aslında görülecek hiçbir şeyin olmadığı bir görüntü bolluğu duvarına bakıyorsunuz, filmde.

Filmin bir gişe rekoruna doğru koşması yüzünden bu yazıyı kaleme aldım. Demek ki bu film ile de kitleleri bir araya getirebiliyorsun. Sen de gülüyorsun, çoğunluk da gülüyor. Tebrik ederim, güzel kardeşim. Bu kadar izleyicin var madem, ben senden neyi bekliyorum, biliyor musun? Daha doğrusu yapabilme ihtimalini sevdiğim bir şeyi bekliyorum; geçtiğimiz yıllar içinde dağarcığında biriktirdiğin, sistemin yamukluğu karşısında dönüştüğümüz kendi komik hallerimizin duru ve samimi bir kurmaca içinde anlatımını bekliyorum.

Hey! Cem Yılmaz, sana diyorum!  Bak, hiç dinliyor mu…

 

 

 


Herkes bilsin