Menu
13 Mayıs 2017

Üstesinden Geleceğiz, Bir Gün!

fotoğraf: Ted Pollumbaum photograph

Onur Bayrakçeken

Ne zaman üstesinden geleceğiz, bilinmez.. Bilinen şu ki; kalabalık ağustoslardan sıcak haziranlara, dev meydanlardan heyecanlı ringlere kadar ne zaman nerede bir özgürlük ve eşitlik curcunası patlasa, orada bütün yenilgilerden büyük ümitler doğacaktır, doğmuştur... ve siz de, Pete Seeger'ı, Joan Baez'i, Freedom Singers'ı görmezseniz bile, bir Haziran akşamı ağaçların ve barikatların arasında o türküyü mutlaka duymuşsunuzdur; “Korkmuyoruz, korkmuyoruz bugün! Üstesinden geleceğiz, geleceğiz bir gün!”

 

Mahalia Jackson kürsüdeki Doktor Martin Luther King Jr.'a "Onlara düşümüzden bahset, Martin!" diye haykırırken, kalabalığın arasında Mary, kızının iki yandan örülü saçını okşuyordu. 28 Ağustos 1963'tü ve handiyse iki yüz bin siyah ve beyaz Amerikalı başkentte meşhur Washington Anıtı'nın önünde toplanmıştı. Antiparantez: Bunlar hem siyah hem beyaz olan siyah ve beyazlardı. Bir de sadece siyah olan siyahlar ve sadece beyaz olan beyazlar vardı ki, sadece siyah olan siyahlara kızmaya hakkımız yoktur. Çünkü onları da sadece siyah kılan, bu sadece beyaz olan beyazlar olmuştur: Jim Crow, KKK, Arkansas Valisi Faubus -ki insanlığa tek hizmeti, Charles Mingus'un bir şarkısına ilham kaynağı olmasıdır-, Alabama Valisi George Wallace, Jim Clark... ve bunları izleyen bembeyazlar, Mary ve kızı için bir kâbusu ifade ediyorlardı. Şimdi Washington Anıtı'nın önünde toplanmış siyah ve beyazların; yani Mahalia Jackson, Dr. Martin Luther King Jr., Bob Dylan, Joan Baez, bizim Mary ile kızı, bizim Mary'nin komşusu, komşusunun babası ve daha binlerce komşunun ise kâbusa karşı silahları bir ufacık düştü: Özgürlük ve eşitlik.

Mahalia haykırdı: "Onlara düşümüzden bahset Martin!"

Mary, oturmaları yasak olduğu halde bir inat oturdukları o lokantadan sevgili kocasını zorla kaldırıp döve döve haşat eden polisleri hatırlayıp irkilirken, Doktor, en sevdiği gospel şarkıcısının isteğini kıramıyordu. Önceden hazırlanmış konuşma metnini eliyle hafifçe kenara itip kapkara inatçı gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirdi. Mary bir an için göz göze geldiklerini sandı, derlenip toparlandı, ve birkaç saniyelik sessizliği Doktor'un binyıl uzunluğundaki o meşhur cümlesi böldü: "Benim bir düşüm var!"

Böylece ray değiştiren konuşma, dünya ezilenlerinin eşitlik ve özgürlük mücadelesine bir vagon daha ekliyordu... Ama şimdi burada duralım, çünkü bahsetmek istediğim konu ne Martin Luther King Jr.'dır, ne de Washington Yürüyüşü! Hem onları büyük usta Salâh Birsel Şişedeki Zenci kitabında zaten şahane şekilde anlatmıştır.  Bu yazı için bize Mary'nin artık sayısız insanla paylaştığı bir düşü olduğunu bilmek yeterli. Her düşün bir şarkısı olacağına göre, Salâh Birsel ustamızın bıraktığı bir boşluğu doldurmaya geçebiliriz...

Mary ile Fethiye'de tanışmıştık. Sabahın sessiz saatleriydi; havlusunu kuma, bir şezlongun gölgesine sermiş kitap okuyordu. Kitap okuyan yabancılar (başka ulustan insanlar için bu sözcüğü kullanmayı hiç sevmem ama o bir başka yazının konusu olacak umarım, üstelik yerine bir sözcük de bulamadım, şimdilik "yabancı" demeye devam edeceğim mecbur!), daha doğrusu okudukları kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Çünkü 'yabancı' kitaplar sizi bir anda bambaşka bir dünyanın içine fırlatabilir, dünyayı değiştirmese bile dünyada bir şeyleri değiştirebilir! Haksız yere hapse atılan siyah boksör Rubin Carter'ın, yirmi iki yıldan sonra hücresinden avara etmesini yazdığı otobiyografisine borçlu olduğunu düşünürsek, önermemizin sağlamasını da yapmış oluruz. O otobiyografi ki ufacık bir çocuğun, Lesra Martin'in eline geçmiş ve beyazlığıyla meşhur Amerikan Yargısı'nın üstüne simsiyah mürekkep damlatmıştır! Rubin Carter o mürekkeple "Özgürlük!" yazmaya ikna olunca Doktor'un ruhu kim bilir nasıl sevinmiştir... Bu da başka bir yazının konusu olduğundan, burada kesiyor ve Mary'e dönüyorum:

Onu gördüğümde Mary bir gospel kitabı okuyordu. Şimdi adını tam çıkartamıyorum ama "Yüz Önemli Gospel" ya da "Yüz Gospel" gibi bir şeydi. Dinlerle alakam Galatasaray ile Fenerbahçe'nin alakasından farksız da olsa gospel müziğine karşı sevgim sonsuzdur (nitekim Alex de iyi topçudur!). Bu hristiyan ilahileri kiliselerde org veya piyano eşliğinde söylenir. Gospellerin üzerine zamanla yeni sözler yazıldığı da olur. Bu yeni sözler ki, kimi zaman tarihin tanığıdır... Mary'nin yanına yaklaşıp "Affedersiniz," dememle başlayan sohbetimiz de işte bu tanıklıklardan birine uzanıyor. Neyse ki, sizin için bütün bir günümü Mary ile benim aylardır havada öylece dolaşan cümlelerimizi yakalamakla geçirdim; dışarıdan bakanlara oradan oraya zıplayarak boşluğu yakalamaya çalışan çok komik biri olarak göründüğüme eminim, halbuki bu metnin içinden bakan sizler hiç de öyle görmeyeceksiniz beni (çünkü biliyorsunuz ki o dünyada değil ama bu dünyada her şey mümkündür, havada eski sohbetlerin uçuşması bile!).

                                                                        ***

"Affedersiniz," dedim, başını okuduğu kitaptan kaldırıp merakla bana baktı, "Okuduğunuz kitabı gördüm de, ilgimi çekti."

Gözleri teninden karaydı, sımsıkı toplanmış saçlarına çiçekli bir bandana bağlamıştı, üzerinde mavi puantiyeli bir elbise vardı. Öyle sakin duruyordu ki, elindeki gospel kitabını da hesaba katınca "Rahibe falan mısınız?" diye sormamam imkansızdı. Gülümsedi, sanki bir Hollywood filminde Afrikalı çocuklara el atmış misyonerdi, ama "Hayır," dedi. Şaşırmış, hem de açıkçası sevinmiştim, çünkü pek inançlı biri olmadığımı öğrendiğinde paparayı yemekten korkuyordum.

Ona gospel müziğini pek sevdiğimi söyledim, sordum ki acaba o kitapta “We Shall Overcome” da var mıydı, “Onun yeri ayrıdır da!”.

Bir kaşını şaşkınlık kuşu bir kaşını mutluluk kuşu tuttular kaldırdılar, şimdi ihtiyarlara özgü o anlatma heyecanı yüzünden okunuyordu işte. “O,” dedi, “bir tarihtir oğlum!” ve dipsiz gözlerini işaret ederek ekledi: “Bu gözler ne gördüyse, o da onları görmüştür. Onu kitaplarda değil, onu gözlerde bulabilirsin!”

Eğildim yakından bakayım diye gözlerine, eğildim, “Yaklaş,” dedi yaklaştım, “Yaklaş,” dedi yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım... Sağımda genç bir beyaz oğlan, genç bir siyah kızın koluna girmişti. Baktım soluma bir genç kadın, kucağında bebesi: İşte, ben Mary'i ilk orada gördüm. Kürsüden Joan Baez'i anons ediyorlardı ve alkış kıyamet koptu; “28 Ağustos 1963,” dedi Mary, “Washington'dayız.” Baez daha delikanlı, yaşı yirmi iki falan, delikanlı da nasıl: Sesinde dünyanın bütün yıllarını toplamış, önce “Oh Freedom!” diyor, Amerikanca “Ey Özgürlük!”. Alkış kıyamet. Sonra herkesin arasına derin bir düş bırakacak parçayı tutturuyor, o ki kitaplara sığmaması işte o gün başlıyor, o ki koca Civil Rights Movement'ın marşı... “We Shall Overcome” diyor, “Üstesinden geliriz!..”

Geliriz gelmesine ama, üstesinden gelmek öyle kolay değil. Bunu bizden iyi kim anlar! Sonuçta, 1965 yılında, resmen hakları olan oy pusulalarını fiilen de istedikleri için Selma kentini dev bir yürüyüşün söylentileriyle çalkala baba çalkalayan siyahların başına inen copları tanımıyor muyuz! Bir pazar sabahı, en ufak şiddet gösterisinde bulunmadan yürüyen insanların gözlerini akıtıp ciğerlerini boğan gaz bombalarını tanımıyor muyuz! Kanlı Pazar diyorlar o güne, bak şimdi gözlerimin önünde ihtiyar nasıl da sürükleniyor yerlerde, 7 Mart 1965, kanlı pazarları tanımıyor muyuz! İnadım inat deyip üçüncü denemelerinde eyalet başkenti Montgomery'nin yollarını açtırtan, bir de üstüne artık daha kalabalık hem biraz da beyaz olan ve eyalet valisini de ırkçı beyazları da mosmor eden o yiğit siyahlara, kendimize ne kadar âşinaysak o kadar âşina değil miyiz! Bundan ki, 1965 yılının Mart ayı boyunca Selma ve Montgomery kentleri başta olmak üzere tüm Alabama eyaleti “We Shall Overcome” türküsüyle titrer titrer dururken, biz bu türkü başka ne badireler atlatmış ya da ne badirelere sessiz ya da sesli yoldaşlık etmiştir merak etmezsek olmaz.

Sağ olsun, Mary merakımıza el atıyor. Zamanda yolculuğun sadece filmlerde mümkün olduğunu sandığınızı biliyorum, ama hayır, gerçek yaşamda da oluyor işte. Yine gözlerine bakıyorum Mary'nin, sanırsınız girdap, bak bak bak, bak...

...Besbelli bir bahar gecesi; erkekler kısa kollu gömleklerle, kadınlar kolsuz tişörtlerle koşturup duruyor ve her yer kara: Sağımda arabalar ateş almış cayır cayır yanıyor, solumda bir dükkanın camları kırılıyor. Kent aman allah, siyahların yüzyılın taşkınlığını yaşıyor. Şaşkın şaşkın Mary'e bakıyorum, o da bana bakıyor ama şaşkın değil, “Olacağı buydu,” diyor.

Olacağı buydu da, biri de anlatsın ne oldu yahu! Neyse ki Mary yanında bir radyo da getirmiş; o zaman cep telefonu falan yok tabii, bi' on-on beş yıl sonra hiphopçı gençlerin omuzlarında taşıyarak sokaklarda dolaşacakları o büyük radyolardan biri. Yorulmamış mı kolları bunu taşırken, diye sorabilirsiniz, ama konumuz bu değil. Radyonun sesini aç babam açıyor Mary, bana bi' baş işareti, dikkatli dinlememi istiyor. Kulak kesiliyorum, sigara çatalı bir ses konuşuyor:  “Kardeşlerim, Doktor Martin Luther King Jr., bugün bir otelin balkonunda uğradığı silahlı saldırı sonucunda öldürüldü.”

Bu kadar. Bugün, 4 Nisan 1968. Hava karanlık; sokak başlarını ateş ve gözyaşı tutuyor. Radyocu, belki hayatının en zor yayınını şöyle bitiriyor: “We shall overcome,” ama böyle sizin okuduğunuz gibi değil; her kelimenin üstünde yıllarca durarak, tane tane diyor: “We – shall – overcome”, ve üstüne, Otis Redding'in içli türküsü “A Change is Gonna Come” (“Döner Devran”, diyelim) geliyor. “We Shall Overcome”ın kan kardeşidir, ama biraz daha hüzünlü ve yalnız... Ondan ki eylemlerde değil, bir dostun yitirildiği gecelerde dinlenir.

Mary, radyocunun çok esaslı adam olduğunu söylüyor; adı Petey Greene. Doktor'la üç ortak yönleri var: İkisi de siyah, ikisi de konuştu mu sıkı konuşuyor ve ikisi de hapis yatmış. Fark şu: Petey konuştuklarını hırsızlık suçuyla girdiği hapisten çıkarıyor, Doktor ise düzenlediği protestolardan dolayı zırt pırt girip çıktığı hapisten çıkarıyordu. Ne var ki, Petey'nin hapishanesine giden yol da Doktor'unkiyle aynıydı: Sağ kaldırımı Beyaz, sol kaldırımı Kapitalist. Hapishanede başladığı DJ'liği Washington'da yayın yapan WOL radyosunda sürdürmeye başladığında şehirdeki tüm siyahlar için bir dert ortağı olması bundandı. Petey ile hapis görmemiş yoksul bir siyah (ki yoksul olmayan siyah pek yoktu) arasındaki tek fark, Petey'nin biraz daha şanssız ya da belki biraz daha yanlış? olmasıydı. O, Doktor'un bir anti-kahraman yansıması gibi WOL mikrofonunun başına geçip P-Town'ı ilan ettiğinde, tüm siyahlar için bir “We Shall Overcome” temsili olmuştu. Onun “P-Town” diye adlandırdığı o bir-iki saatlik sohbeti, siyahlar için bir halk meclisine dönmüştü; sokakta yaptıkları muhabbeti artık ulusal bir radyo kanalında yapabiliyorlardı. P-Town, onların kentiydi.

Burada duralım, çünkü bu yazıda derdimiz Petey Greene'in öyküsünü anlatmak da değil! Üstelik şimdi 1968 yılındayız ve Petey Greene'in yıkımıyla beraber büyüyen kariyerinin henüz başındayız. İzninizle, Mary'den bizi 1970'e götürmesini rica ediyorum. Bakalım orada neler var!

            ...

İşte buradayız. Tam da istediğim yerde: Merciful Record Store. Burası, Birleşik Devletler'in Atlanta  kentinde bir plakçı. Ufak ama tüm iyi albümleri bulabileceğiniz bir dükkan. Camında hep “Plak cenneti, buyurun!” yazısı asılan duran bu dükkan, sizin bu yazıyı okuduğunuz ve benim de ait olduğum zamanda çoktan kapanmış olmalı. Zaten şuna bakın; belli ki sinek avlıyor, adam kasada oturmuş uyukluyor. Biz geldik ama, Mary'nin öksürüğüne anca uyandı.

“Buyrun,” diyor, gözlerindeki çapakları silerken. “Charlie Haden,” diyorum, “Liberation Music Orchestra albümü çıkmış olmalı...”

Yerde, bir kutuda, yeni geldiği belli bir yığın plağın arasında çekip çıkarıyor. Kapağında Charlie Haden ve grubu, bir eylem öncesi poz veriyor gibi, Liberation Music Orchestra yazılı pankartı tutmuş duruyorlar. Tabii, albümün kendisi adeta eylem olduğundan, bu şaşırtıcı değil. Şu şarkılara bakın, sanki 1 Mayıs'a gidiyoruz: “Viva La Quince Brigada”, İspanya İç Savaşı'nın meşhur Uluslararası Tugaylar türküsü; “Song For Ché”, açıklamaya gerek yok; “Song of The United Front”, ya da asıl adıyla “Das Einheitsfront”, evet, Brecht'in şiiri Eisler'in bestesi... eh, Birleşik Devletler'deyiz ve siyahların başında hâlâ bela dumanları gezindiğine göre, bu eylem gibi albümün “We Shall Overcome” ile kapanması da şaşırtıcı değil!

Charlie Haden'ın, caz müziğin bu büyük kontrbasçısının “We Shall Overcome”ı albümdeki diğer tüm şarkılar gibi sözsüz. Herhalde, diye düşünüyorum, birazdan şu kapının önünden bir grup siyah delikanlı ellerinde pankartlarla yürürlerken, şarkı onların sesine müzik olacaktır. Bakın, geliyorlar... “Şu plağı,” diyorum plakçıya, “takalım da bi' dinleyeyim”

Ve bizim delikanlıların vokaline kulak kesiliyorum: “Çok yaşa Ali! Kahrolsun savaş, yaşasın barış! Ali'ye adalet! Adalet istiyoruz!”

Söylemeyi unuttum, aylardan ocak ayındayız Buradan sonraki durağımız için Mary'i çok yormayacağım. Biraz şaşırmış da görünüyor, sanırım beni Doktor'un ölümünden sonra eve götürmeyi planlıyordu, bu yüzden çok da fazla yüklenmek istemedim kendisine. Hadi öyleyse, 1970'in takvim sayfalarını hızlı hızlı çeviriyoruz...

Son durağımıza bir iki üç... on sayfa gidiyoruz: 1970 yılının 26 Ekim'i. Salona yürürken, Mary'nin göğsünün hızlı hızlı inip kalktığını fark ediyorum; şakayla karışık “Sen dövüşmeyeceksin, biraz rahatla,” diyorum. “Olmaz,” diyor Mary, “Ali bizim için dövüşür, biz de onun için heyecanlanırız.”

Duvarlar boyu afişler: Jerry Quarry vs. Muhammad Ali. Salona girerken herkesten aynı soruyu duyuyoruz: Ringsiz geçen üç sene, Muhammed Ali'den neler götürdü? “O, 'Vietconglular bana hiç nigger demedi; benim düşmanım onlar değil, sizlersiniz!' diyerek Vietnam Savaşı'na gitmeyi reddederken, hepimizin içinden geçenleri söylüyordu,” diyor Mary, “Boks lisansı iptal edilip hapis cezasıyla karşı karşıya kaldığında sadece Muhammed Ali'ye değil, artık köle olmak istemeyen tüm siyahlara saldırıyorlardı aslında.”.

Savaşa gitmeyi reddeden Muhammed Ali'den şampiyonlukları ve boks lisansı alındığında yıl 1967'di. O zaman yaşı 25, kariyerinin zirvesinde bir boksördü Ali. Zaten onu başta siyahlar olmak üzere tüm ezilen halkların kalbinde bir kahramana dönüştüren, maçı oldu mu Türkiye'den Güney Afrika'ya dünyanın her yerinde insanları sabahın köründe ya da gecenin bir yarısında radyoya kitleyen, hakkında onlarca farklı dilde şarkılar yapılmasını sağlayan şey büyük bir boksör olması değil, en iyi zamanında bokstan uzaklaşacağını bile bile koca Birleşik Devletler'e (Chomsky'e göre “dünyanın en büyük teröristi”) rest çekmesiydi. Ondan ki bu serin sonbahar akşamında Mary'nin kalbinde yangınlar var. Herkes diyor ki, “Ali eskisi gibi olamaz,”; Mary istiyor ki, Ali dünyaya Birleşik Devletler'in bile üstesinden gelinebileceğini göstersin.

O tıklım tıklım salonda midemizde kelebekler uçuşması, gongun çalmasıyla beraber ringdeki kelebeğin biraz yavaşlamış olduğunu endişeyle fark etmemiz, ve üçüncü raund sonunda endişelerimizin -Jerry Quarry'nin sol gözü gibi- Muhammed Ali tarafından imha edilmesi. Hepsi göz açıp kapayıncaya kadar olup bitiyor. İşte Ali'nin yumruğu üç seneden sonra yine havada. Bu yumruk, 1974 yılında Zaire'ye uzanacak, Rumble in The Jungle adıyla meşhur o dev karşılaşmaya... Ali, kendinden yıllarca genç ve bir ayı kadar güçlü George Foreman'ı müthiş bir stratejiyle devirirken, Zaire'den tüm Afrika'ya ve dünyaya o tezahürat yayılacak: “Ali boma ye!”, “Öldür onu Ali!”

Size bu müthiş dövüşü de anlatmayı aslında çok isterdim; öncesiyle sonrasıyla bir çeşit satranç karşılaşması, bir büyük serüven romanıdır! Ama şimdi bizim öykümüzde pek işi yok, zaten Mary de hepten yoruldu. “Affetsinler,” diyor, günümüze dönüyormuşuz.

                                                             ***   

Dönelim.

Mary'nin yanından ayrılırken, üstesinden gelecek ne çok şey var ki her on yılda bir “We Shall Overcome” söylemeyi başarıyoruz, diye düşünmüştüm. Galiba en son Roger Waters Filistin için söylemişti bir “We Shall Overcome”, sözlerini de biraz değiştirmişti: “Yıkacağız maphus duvarlarınızı!” diyordu. Sonra, bir Occupy Wall Street eylemi gecesi vardı ki, büyük usta Pete Seeger oradaydı; ihtiyar sesine eşlik eden eylemcilerle birlikte söylemişti...

Burada bir antiparantez: Pete Seeger olmasa belki “We Shall Overcome” hiç bunca bilinmeyecekti. Seeger, etkinlikten etkinliğe koşturup aktivistlere “We Shall Overcome”u söyleyip, öğretiyordu. Temmuz 1963'te düzenlenen Newport Folk Festivali'nde, Washington Yürüyüşü'ne bir ay kala son “We Shall Overcome” provasını Pete Seeger, Joan Baez, Bob Dylan ve siyah aktivistlerden oluşan Freedom Singers (Hürriyet Şarkıcıları) grubu birlikte yapıyordu; Pete Seeger'ın ölmeden bir saniye öncesine dek hep delikanlı kalan sesi, araya “Siyahlar ve beyazlar, hep birlikte haydi!” dizesini de sıkıştırıyordu. “We Shall Overcome” onun çabalarıyla dilden dile yayılırken, o da 1963 yılında çıkardığı We Shall Overcome albümüyle Grammy alacaktı.

Kapa parantez... Bununla biter mi! Bitmez tabii: 2014 yılının Ağustos ayında Beyaz polis eski günleri hatırlarcasına siyah bir genci katledince Ferguson kenti birden ayağa fırlamış, üstünde oturduğu, tek bacağı sallanan o adalet taburesi devrilirken şöyle bir ses çıkmıştı: “We shall overcome, we shall overcome one day...”; Üstesinden geleceğiz, geleceğiz birgün”.

Ne zaman üstesinden geleceğiz, bilinmez.. Bilinen şu ki; kalabalık ağustoslardan sıcak haziranlara, dev meydanlardan heyecanlı ringlere kadar ne zaman nerede bir özgürlük ve eşitlik curcunası patlasa, orada bütün yenilgilerden büyük ümitler doğacaktır, doğmuştur... ve siz de, Pete Seeger'ı, Joan Baez'i, Freedom Singers'ı görmezseniz bile, bir Haziran akşamı ağaçların ve barikatların arasında o türküyü mutlaka duymuşsunuzdur; “Korkmuyoruz, korkmuyoruz bugün! Üstesinden geleceğiz, geleceğiz bir gün!”

ya da Amerikancası: “We're not afraid, we're not afraid today! We shall overcome, we shall overcome one day!”

 

 


Herkes bilsin