Menu
25 Mayıs 2017

Sanata Sığınma Zamanı

Aytuna Tosunoğlu

 

İki yaralı yürek, Althusser ve nişanlısı (karısı değil henüz) İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında Paris’in içinden geçen Sen boyunca yürürlerken hem dünyanın hem de kişisel yıkıntılarının arasından geçerler.  O bezginliği, hayalkırıklığını, zoraki savaşın darma duman ettiği hatıraların kıyısında bu iki genci biraz umuda çalan satırları yine Althusser’in yazdıklarından okursunuz. Okumadıysanız, şiddetle öneririm: Gelecek Uzun Sürer isimli otobiyografik eserini... Fena gizler taşır.

O gün, Sen nehri kıyısında bu iki yaralı genç insanı sarıp sarmalayan neyse, şimdilerde ve aslında hep, ihtiyacımız olan şey sanatın o uzun yoluna vurmak kendimizi. Goethe demiş, zaten “Sanat ne kadar uzun tanrım, hayat ne kadar kısa...”

New York Modern Sanatlar Müzesi’ne (MOMA) eserleriyle giren ilk kadın ünvanına sahip heykel sanatçısı Louise Bourgeois (Burjua okunuyor), 31 Mayıs 2010 tarihinde kalp yetmezliğinden öldüğünde 99 yaşındaydı. Ölümünden tam bir hafta önce bitirdiği eseri de atölyesinde...

O, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak 1911 yılında, Paris’te doğmuş. Aile, annesi (Josephine) tarafından yönetilen onyedinci ve onsekizinci yüzyıl halılarının, goblenlerin tamir edildiği, alınıp satıldığı bir atölyeye sahipmiş. Bourgeois çocukluk yıllarını bu atölyede parçaları eksik ya da eskimiş resim dokumalı duvar halılarını tamir ederek geçirmiş.

Kaynaklar, sanat kariyerine 1930’ların sonuna doğru başlayan Bourgeois’nın yetmiş yılı aşkın sanat üretiminde sabit bir görsel anlayıştan bahsetmek oldukça güçtür diyor. Yıllar içerisinde Bourgeois sanat sahnesine farklı görsel diller ve malzeme kullanımları, değişken boyutlar ve yüzeysel oluşumlarla çıkmış. Ancak, sanatçının işlerinde görsel anlamda baskın olan bu çeşitliliğinin aksine tematik anlamda bir bütünlük ve süreklilik dikkati çekiyor: Bourgeois’nın eserlerinin otobiyografik nitelikte olduğunu söylemek zor değil. İşlerinde kişisel tarihinden ilham almış, bu çok açık. Fransa’da geçirdiği çocukluk yıllarında aile içi dinamiklerin sanatçı üzerinde bıraktığı derin izler eserlerine yansımış. Bourgeois’ya göre de zaten onun sanatının tükenmek bilmeyen kaynağı: Çocukluk yıllarında ortaya çıkan psikolojik çelişkiler ve hesaplaşmalar... Hatta bu söylediğine en bilinen eserlerinden olan Örümcek (Spider) ile açıklık getirmek mümkün. Şöyle ki, 1995 yılında çelikten yaptığı ve dünyanın belli başlı kentlerinde sergilenmiş eseri için; “Bu örümcek annem. İkisi de kırılganlıklarıyla ve dantel örmeleriyle benzerlik gösteriyorlar”, diyor.

Sanatçı daha sonra, başka eserlerini de kastederek şunları da söylüyor; “Ben büyürken evimdeki tüm kadınlar iğne kullanıyordu. İğne ve iğnenin sihirli gücü beni her zaman büyülemiştir. İğne hasarı tamir etmek için kullanılır. Bağışlama talebidir.”(1)

1940’da Amerikalı bir sanat tarihçisiyle evlenerek New York’a yerleşen Bourgeois, en başta heykeltıraş, fotoğraf, gravür, dokuma hatta enstalasyona kayan çalışmalara sahip. Bir dönem Kübist harekete öncülük eden ressam Fernand Leger’in öğrencisi olmuş. Eserlerinde karşımıza çıkan çığlık atan, hapsedilen figürlerinin nedenini Bacon hayranlığından geldiğini söyleyebiliyoruz.

Bourgeois’nın kendi yaralarına dair anlattıklarıyla ve eserleriyle bir öykü örtüşmesi var. 1982 yılında Artforum dergisi için kendisinden istenen bir yazıda, Bourgeois çocukluğuna ait birkaç soluk fotoğraf görüntüsünü Çocuk İstismarı (Child Abuse) adlı çarpıcı, vurucu bir metin ile birleştirir. Bu metinde okuyucusunu kibarlığın aldatıcı dış görünüşünden çok daha öteye, ihanet ve ihlalin kişisel dramına götürür. 1922 yılında aile, çocuklara mürebbiye olarak Sadie adında genç bir İngiliz kadını işe alır. Bourgeois’nın hatırladığı şekilde; “ Aileye bir öğretmen olarak dahil oldu. Fakat babamla cinsel ilişkiye girdi ve on yıl boyunca bizimle birlikte kaldı. Şimdi bana soracaksınız, orta sınıf bir ailede bir metres nasıl standart bir eşya parçası oldu? Aslında sebebi annemin bu duruma gözyummasıydı. Neden göz yumdu? Bu bir muamma. Dolayısıyla bu oyunda benim oynadığım rol nedir? Ben bir kuklayım. Sadie’nin orada benim öğretmenim olarak bulunması gerekiyor ve aslında sen, anne; kocanı izlemek için beni kullanıyorsun. Bu çocuk istismarıdır. Çünkü sizce de bir sakıncası yoksa Sadie benimdi. Bana İngilizce öğretmek için işe alınmıştı. Beni ben olduğum için seveceğini düşünmüştüm. Fakat bunun yerine o bana ihanet etti. Sadece babam tarafından değil, kahretsin, onun tarafından da ihanete uğradım. Bu çift ihanetti. Oyunun kuralları vardır. Bu kuralları sağlı sollu yıkan insanlara gözyumamazsınız.”(2)

- Soldaki fotoğrafta Annesiyle birlikte * * Sağdaki fotoğrafta babası ve ingilizce öğretmeni Sadie ile birlikte

Bourgeois’nın eylemsiz durumdaki maddeyi dönüştürmesiyle izleyenine bir şeyler göstermesine, ilgimizi çekmesine izin verdiğimizde onun hayat hikayesiyle karşılaşabiliyoruz. Eserlerindeki duruluk, samimiyet ve dürüstlük oldukça etkileyici... O, duygularını katarak ölü malzemeyi sanatsal yaşama döndürüyor. Ama bu duygularının kendisinin varoluş nedenini anladığı anlamına geldiğini söylemek anlamına gelmemeli. Duyguları anlamak için önce onların üstesinden gelmiş olmak gerekir. Acılı olduğunu somutlaştırdığı eserlerinden anladığımız Bourgeois’nın bunu ifade edişiyle ilgilenmeli... Yirminci yüzyılın birey kavramının ve varlığının geliştiği döneme eş olması bir rastlantı değil. Varlık ve değer olarak bireyin yüceltilmesi... Ancak, bireyin gelişmesi aynı zamanda yalnızlık ve ölümlülük duygularının gelişmesini de getirdi. Dolayısıyla Bourgeois da yalnızlığının, giderek tekilliği aşarak çoğulluğa ulaşma dürtüsünü taşıyor, eserlerinde... Aramıza dahil olmak istiyor.

O, her zaman çocukluk, travma ve yabancılaşma temaları ile meşguldür. Kadın bedenine, bedenin nasıl yapıldığına, insanlıktan çıkarıldığına ve nesneleştirildiğine olan ilgisi eserlerinde okunuyor. Rahatsız edici pozlar ve eksik uzuvlar yolu ile bir yabancılaşma hissi uyandırarak, bedene hem biçim veriyor hem de bu bedenin biçimini bozuyor. Bedenin parçalarını ayırarak ve figürlerine belirli bir bireyin detayını vermeyerek, onları kişiliksizleştirerek heykelde insan figürünün geleneksel tasviri ve bedenin yapımının ve yapı bozumunun bir incelemesi haline getiriyor.

Onun en güçlü eserlerinden bazıları, sergilenirken hücre görünümünde kutucuklara kapatılmış kumaş büstler... Doğal boyutlardaki kafalar herhangi bir kişiliğe sahip değil. Kullanılan kumaş malzemeler özelliklerinin ruhsal ipucunu veriyor gibi. Klasik büstlerin güçlü bir “yeniden yorumlama”sı olan bu eserler, o bildiğimiz ünlü figürlerin mermer temsillerinde resmedilen dinginliği göstermiyorlar. Daha ziyade varoluşun insanlığını, şüphesini, acısını ve zihnin gizli iç kısımlarının bir izlenimini veriyor.

Bourgeois’yı bu yüzyıl sanatının belirli bir biçeminde sınıflandırabiliyor muyuz, bilmiyorum. Yaşamının bir döneminde sanatını ilgi ve zevkle izlediği ustalarının çoğunlukla Dadaistler olması onlardan etkilendiğinin bir göstergesi olabilir. Peki ya Ham Sanat… 1948’de, iki büyük savaş geçirip sağ kalabilmiş ancak yaralı olan kuşak, halihazırda kazanılmış kültürün ürünleri olan sanatları tümden reddetmişti.

Bir kadın olma deneyimini incelemesine ve tema olarak çoğunlukla cinselliği kullanmasına rağmen feminist sanatçı etiketine uymuyor, Bourgeois. Ve kendisini asla bu şekilde tanımlamıyor. Bireysel ve acımasız bir biçimde yaratıcı oluşunu çocukluğunun doldurulamayan o boşluğunda görme imkânı sunuyor bize... Korkutucu bir dünyada korunma ihtiyacı.

Nişanlısıyla Sen nehri kıyısında bıraktığım Althusser, “Tanrının insanlara ihtiyacı vardır, Özne’nin öznelere ihtiyacı vardır; tıpkı insanların da Tanrı’ya kutsal biçimde ihtiyaç duyduğu gibi, öznelerin de Özne’ye ihtiyacı vardır” demişti. Onun Özne’si düşünmek ve yazmaktı.

Bourgeois, “Bir ders verecek olsam, bu hayatta kalma dersi olurdu”, demişti.

 

 

(1) Quoted by Christin Leech, Art getting to the point, The Sunday Times, 2003, Çeviri: Aytuna Tosunoğlu

(2) Bourgeois, quoted n art in the 21st Century, Çeviri:Aytuna Tosunoğlu

 

 


Herkes bilsin