Menu

Sıcak Kan, Soğuk Kan

Aytuna Tosunoğlu
fotoğraf: Favianna Rodriguez

 

Erkeklere özgür kentte köle gibi yaşayan kadınlar gittikçe daha durgun zekalı, konuşmaktan aciz hale gelip, efendilerinin ona vereceği işleri yapmaya başlar, elbet. Sennett’in ifade ettiği gibi, Antik Yunan vücut ısısı söylemini tahakküm ve boyun eğme kurallarını belirlemek için kullanıyordu. Erkeklerin çerçevesini belirlediği bir dünya idi... Peki, değişti mi? Hayır, dediğinizi duyar gibiyim.

 

Unutuyorum. Ama bir şeyi hiç unutmuyorum; Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan Beşiktaş’ta denize sıfır ofisinin camından vapurdan inen/binen kızların kıyafetlerinin uygunsuzluğu karşısında mutsuzluk duyduğunu bir konuşması sırasında dillendirmişti. Genç bir kadın olan kızımın yolu hafta içi her gün o noktadaki vapurlardan geçiyordu. Unutmadığım, bu. İktidar sahibi bir erkek aralarında kuvvetle muhtemel benim kızımın da bulunduğu gençlerin giyim/kuşamını izliyor, gözlüyor, beğenmiyor. Olabilir mi? Olabilir tabii. Onun fikridir. Ben, kızımın onaylanmayan kıyafeti çerçevesinde kızımın varlığının da onaylanmaması olarak görebilirim, öznel olarak. Olmaması gereken, bunu geniş kitlelere hitap ederken (iktidar sahibi çünkü) erkek egemen bir toplumun, erkek egemen konuşmacısı olarak, kadın-erkek ayrımcılığı temelinde vurgulanmasıydı.

“Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir.” Tasavvufçu ve aynı zamanda avukat olan Ömer Tuğrul İnançer, bir televizyon kanalında kendisiyle yapılan söyleşide bu cümleleri sıralayıvermişti. Programın sunucusu/moderatörü de konuğunun cümlelerini önce, “Tam ben diyecektim, sen dedin, benden daha çok yaşayacaksın”a varan bir vücut diliyle ve peşi sıra, “Allah razı olsun” diyerek onamıştı.

Daha önce kadından sorumlu eski bakan (ki kadın), kendisiyle aynı dünya görüşüne sahip kişilerin bulunduğu bir kamu ortamında, yanında bulunan genç kadınları kastederek, “Bunlar, hanım kızlarımız” diyebilmişti.

Daha daha sonraları belediye otobüsünde, tanımadığı bir kadının giydiği kıyafeti dine aykırı bulup o kadına tekme atanın yukarıdaki örnekler gözönüne alındığında nerden gelmiş olduğunun bir göstergesi olabilir mi? Olabilir, tabii.  Gözümüzün önünde vuku bulan bu ayrımcı ve hatta kadın düşmanlığına varan söylem ve eylemleri ilk defa tecrübe etmiyoruz – görülen o ki son da olmayacak.

Daha önce yine bu platformda yazmıştım sanıyorum; tarih (bir bilim olarak tarih) önyargılar doğurur. Tarih yazımının bir dönüşümün, bir başkalaşmanın vurgulanmasından ziyade sürekliliği işaret etmesi bir sorun. Oysa, “değişim”in sürekliliği red etmesi olmalıdır, sözkonusu olan. Kültürel değişimleri bir çerçeveye sığdırmak, birbirleriyle aralarındaki ilintiyi koparmak anlamındadır. Oysa insanın kültürel ve dinsel tarihi birbirine eklemlenen, doğurgan, zaman ve zemin düzlemi boyunca tek bir fikirden çıkmayacak kadar verimlidir ve verimli olmaya devam edecektir.

Ayrımcı ve kadın düşmanlığı yapan dilin Batı’nın akılla ritüel arasında kurduğu başta ürkek, kararsız ve tereddütlü ilişkiyi antik dünyada biçimlendirmeye başladığından söz etmek mümkün. Uzun bir yol bu. Geri gidip, Antik Yunan Medeniyeti’nin logos ve mythos arasında yaptıkları ayrıma dikkat çekmeli... Logos’un (yani aklın) dili, şeyleri birbirine bağlar. Bu bağlantıları kuran kişi oluşturulan zeminde akıl yürütmelerini sıralar. Karşısında onu eleştiren/yargılayan bir izleyici kitlesi vardır. Logos’un tüm biçimlerinde konuşmacı sözleriyle özdeşleştirilir, tüm sözler ona aittir ve o bu sözlerin tümünden sorumludur. Mythos ise sorumluluk kabul etmeden bir hikâye anlatır: ouk emos ho mythos, yani bu benim hikâyem değil, başka bir yerde duydum. İşte, cinsiyet ayrımcılığının tüm söylemleri bu mythos’un omuzlarında yükselir. Birinin anlattığı bir mit – bu yazının özelinde kadının durması/olması gereken yer miti – onu dinleyen kitle tarafından şüphe ile karşılanmayacaktır. Akıl şüphelenmeyi, sorgulanmayı ister. Mit ise sözlere, sözlerin ta kendisine inanmakla ilgili bir şeydir. Hamile kadınların sokakta olmasını istemeyen ya da kadınların beden kıvrımlarını ve saçlarını saklayan giysiler içinde dolaşmasını isteyen/uygulayan kadınlı erkekli kalabalığın tüm bunları bir Yaratan’ın biçimlendirmiş olduğunu düşünmesi mantıklıdır. Kutsal kitabın kendisi söylemez ama onu yorumlayanlar ahlaklı oluşla ilgili ayetler sayesinde ve aracılığı ile “hamile kadının dışarı çıkması, hava alması şartsa arabada kocasının yanında şöyle bir dolaşsın” ya da “bunlar, hanım kızlarımız” ve benzeri söylemlerden mitleri oluşturur.

Bakın, milattan önce dördüncü yüzyılda neler olmuş:

Ksenofon’un Oikonomikos (Ekonomi) kitabında bir koca karısına “senin işin evde oturmak olacak” diyerek tembihte bulunur. Yüksek duvarları ve çok az penceresi olan Antik Yunan evlerinin içi daha sonra (yaklaşık binyüz yıl sonra) İslam’ın gerekleri olarak benimsenecek bir düzen içindedir: haremlik-selamlık sistemine benzer bir sistem egemendir. Evli kadınlar erkek konukların ağırlandığı oda olan andron’da (Latince koridor demek) asla görünmezler. Evli kadınlar ve onların kız çocukları gunaikeion diye bilinen oda (Latince kadın apartmanı demek) ya da odalarda otururlar. Eğer hanenin ekonomik durumu iyi ise ikinci katta yaşarlar ki bu, sokağın hareketinden, günlük müdahalelerinden kısaca hayattan daha da uzaklaşmak anlamına gelir. Hâlâ milattan önce dördüncü yüzyıldan bahsetmekteyim. Hz. Muhammed’in İslam dinini kurmasına bin yıl gibi bir süre var...

Antik Yunan kenti erkeklerin serbestçe dolaştığı, güvenli adımlarla gece ya da gündüz arşınladığı sokaklar, demokrasinin gereği olan belagat güzelliği her daim kendisinde – uzun sözün kısası, erkeklere özgür bir kent iken, aynı kentin sokakları işi olmadıkça dışarı çıkmamasını, çıkmak durumunda ise kısa, duraksayan ve “kadınsı” adımlarla yürümelerini mit haline getiren erkek egemenliği altında idi. Dahası, Antik Yunanlı insan vücudunu kadın ve erkek için iki farklı oluşuma ayırmıştı: Erkeklerin vücudu sıcak kan, kadınlarınki ise soğuk kandan meydana gelirdi. Sıcak vücut yani erkek vücudu aktif, tepkisel ve canlı idi, kadınların vücudu soğuk, miskin ve gizemli dişil güçler üretendi. Bu gizemli dişil güçler, Viktorya dönemi İngiltere’si (Birleşik Krallığı) insanlarının âdet kanaması ve menopoza bakışı ile aynıdır, yani erkekler ayrı bir türdür, kadınlar ayrı...

Bundan 2500 yıl öncesinde erkeklerin kendi bedenlerinden duydukları gurur, vücut ısısı ile ilgili inançlarda yatıyordu. Vücut ısısının insanın oluşum sürecini yönlendirdiği düşünülürdü. Hamileliğin başlarında rahimde iyi ısınan ceninlerin erkek, bu ilk ısıdan yoksun kalanların da kız olacağı düşünülüyordu. Aristo âdet kanı ile sperm arasında bir bağ kurarak, âdet kanının soğuk kan, spermin ise pişmiş kan olduğuna inanıyordu. Sperm daha üstündü çünkü yeni hayat yaratıyordu, oysa âdet kanı atıl kalıyordu. Aristo’nun erkeği hareket ve yaratım ilkesine, kadını ise madde ilkesine sahip (yani boşlukta yer kaplayan, kütlesi ve eylemsizliği olan şeylerden birisi!) olarak nitelemesi 2500 yıl sonrasında da yabancısı olmadığımız bir nitelemedir. Mısırlılar’dan kalan, Jumilhac Papirüsü (milattan önce 130 yılı) olarak tanınan bir belgede “kemikler eril, et de dişil” ilkeye atfedilir. Kaynak, kemik iliğinin meniden, etlerdeki yağın da kadının soğuk kanından oluştuğunu ifade eder. Bu fizyolojik bakış açısının, kadınlar için biçilmiş kurallardan doğduğunu (hem de ta o zamandan) söylemek mitin devamı olamaz mı? Antik Yunan kentinde kadın, erkeklerin tersine yarı çıplak, az örtülü olarak boy göstermez. Üstelik sanki ışıksız iç mekanlar onların fizyolojilerine açık ve güneşli alanlardan daha uygunmuş gibi ev içlerine kapanırlar. Evde dizlerine kadar uzanan ince malzemeden tünikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tünikler giyerler. Erkeklere özgür kentte köle gibi yaşayan bu kadınlar gittikçe daha durgun zekalı, konuşmaktan aciz hale gelip, efendilerinin ona vereceği işleri yapmaya başlar, elbet. Sennett’in ifade ettiği gibi, Antik Yunan vücut ısısı söylemini tahakküm ve boyun eğme kurallarını belirlemek için kullanıyordu. Erkeklerin çerçevesini belirlediği bir dünya idi... Peki, değişti mi? Hayır, dediğinizi duyar gibiyim.

Milattan önce varolmuş bu kadınlar hiç mi islim atmıyordu? Öyle ya, kadını baskı altında sıkıştırıp ezerseniz bir tepki gelişir.

Kaynaklar milattan önceki dönemlere ait iki festivalden ve onların ritüellerinden bahsediyor. İkisi de kadınların gerçekleştirdiği ritüeller. İlkinin adı Thesmophoria ve “soğuk kadın bedeni”ne itibar kazandırmayı amaçlıyordu. Perikles diyordu ki: “(...) Bir kadının en büyük zaferi, sizi ister övsünler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir.” Kadınların kentte konuşma yetkileri yoktu çünkü onların bedenleri soğuktu. İkinci ritüele ise Adonia adını vermişlerdi: Perikles’in Cenaze Söylevi’nde kadınları dışında bıraktığı söz söyleme ve arzu güçlerini kadınlara iade ediyordu ama sonra geri almak için. Antik dönem Atina’nın festivaller takvimi işten sonra gevşemeye yönelik eğlenceler değil yurttaşlık yaşamlarının özü olarak şekillendirilmişti. Ancak Thesmophoria ve Adonia, demokrasinin yurttaşları ile belirlediği resmi festival takvimlerinde yerini almıyordu. Yine de egemenler ritüeller sırasında kadınların 2-3 gün eve uğramamalarını da sorun etmiyorlardı. Thesmophoria kadınların birbirlerine bağlanma ve birbirlerini muteber kılma festivaliydi. Adonia ise evin içinde – daha doğrusu kimse tarafından kullanılmayan çatılarda – gerçekleştirilen ritüeller zinciri, bir festivaldi. Kadınlar madem sözde fizyolojik kusurları yüzünden evlere kapatılmışlardı o zaman Adonia Festivali kadınların hane içinde bir yerlere çekilmesini gerektiren bu kuralı dönüştürebilirlerdi. Festivale adını veren ve bir ölümlü olan Adonis, kadınların bedenleri üzerinde kendi şehvetini doyurmak yerine onlara haz vermeyi amaçlamıştı. Adonia ritüellerinin temelinde bu vardı. Gecenin karanlığında, çatıda, afrodizyak bitkilerden yayılan kokular eşliğinde kadınlar birbirlerine mahrem arzularını anlatırlardı. Sadece anlatmakla mı kalırlardı?

Eski mitler kadın bedenini etkileyen, ona yeni bir değer veren, mekânları ile büyülü ve karşılıklı olumlama alanları yaratırken yeni mitler kamusal felaketlere kucak açıyor. Çünkü erkeklerin dillendirdikleri yeni mitler aynı bakış açısına sahip erkekleri birbirine bağlarken ölümcül bir hata işliyor: bu hayata dair bir kavrayış kazandırmamış olmak. Kavrayışın olmaması birlikte sürdürülen hayatın dağılmasına yol açmıyor mu?

Doğu ile Batı’nın bilgisi, birbirine karışmak ve buradan yeni bir sentez yaratmak için uygun yatağını bulmadı. Ortaya çıkan klonlanmış alanda okunan şu: Küresel sistemin cemaatleştirdiği kent yaşamı çocuk doğurma eyleminin kendisine baba adayını izleyici olarak alıyor ve bu anı sonsuza armağan etmek için mi videoya çekiyor? Diğer taraftan hamilelik ayıptır diye kadınları eve sokuyor.  “Hanım kızlarımız” söylemi karşısında bir “hanım olmayan kızlarımız” söylemini dayatıyor.  Aynı kafa pembe otobüsler yaratıyor.

Sözün yeri geldiğinde “Ortaçağ zihniyeti işte” demek içsel bir tatmine sebep olur, belki. Oysa ortaçağ sonradan adına kapitalizm dediğimiz sistemin tohumlarının atıldığı yakın hem de çok yakın bir tarih oluveriyor. Ortaçağ şehirlerinin meydanlarında kurulan pazarlar ilk bankacılık, ilk toptan alış, malların iyiliği/kötülüğü yani spekülasyon yaratma yerleriydi. Bu topraklarda Antik Yunan ve Mısır medeniyetlerinin sosyal ve kültürel zihniyeti milattan öncesinde ve sonrasında ne kadar yol gittiyse, o günden bugüne kadar da aynı uzunlukta yol gitti. Antik Anadolu medeniyetlerinin kadınların omuzunda yükselmesi bir mit olarak bile anılmıyor. Orada gidilen mesafenin hangi nedenlerle unutturulduğu üzerine ne biliyoruz?

Kadınların yaşam ve düşünme alanlarını ayrı, erkeklerinkini ayrı olacak şekilde düzenlemek erkeğin erkeğe tanıdığı bir özgürlüktür, kadınlara değil. Kadının kendini ifade edebilmesine ihtiyaçtan çok erkeğin kadının yanında, kadının erkeğin yanında durabileceği alanlara ihtiyaç var.

Hayatı kadın ve erkek yanyana kavrayamamış, göğüsleyememiş olmak hayatın kayıbıdır, ayrıca.

 

Illustration:  Favianna Rodriguez

 

FAYDALI OKUMALAR:

Burkert, W. (1980). Structure and History in Greek Myhology and Ritual. Berkeley: University of California Press – online issue.

Sennett, R.(2002). Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir. İstanbul: Metis Yayınları

Xenophon’un Oikonomikos’undan aktaran: Joint Association of Classical Teachers, The World of Athens: An Introduction to Classical Athenian Culture (2008).

 


Herkes bilsin