Menu

Çingeneler

 

Deruni güçleri, değişik coğrafyalarda farklı dinlere adapte olmuş olsalar da Hinduizm doktrinlerine ve paganistik ritüellere de sadık kalışları, çağdaş insanlar yerleşik  yaşayıp medeniyetin keyfini çıkarırken(!) hala göçebe olmaları, müziği yaşamaları (ki bu bana Şamanizm’i de çağrıştırıyor), nerede olurlarsa olsun farklı yoğunlukta da olsa  geleneklerini ve kültürlerini yaşayışları ve doğal etki-tepki ilişkisi içinde yaşıyor olmaları...

 

ASLIHAN KAZANCI

Çingeneler ya da “Romanlar”. Siz nasıl ifade etmek isterseniz edin ama ben “çingene” demeyi daha samimi, resimsi, renkli ve ahenkli buluyorum. Aynı zamanda “çingene” kelimesinin etimolojik hikayesi Roman dilinde “koca”, “adam”  anlamına gelen  “roman”dan daha enteresandır. Kelime, Yunanca “Mısırlı” anlamına gelen bir kelimeden türemiştir. Aslen Hindistan’dan gelmiş olmalarına rağmen Mısır kökenli olduklarının varsayılması bence kesif bir hikaye sunuyor. Hatta sonrasında, Osmanlı Türkçesi’nde de Mısır halkının tanımlarından biri olan “kıpti” kelimesinin kullanılmaya devam edilmesi bu kesif hikayeyi adeta sürdürmüş. Belli ki o zaman da bir iletişim sorunu, basmakalıp sınıflandırmalar ve empati eksikliği varmış. Ama süregelen bu ötekileştirme durumu seyrinde galiba tek olumlu şey; çingenelerin çoğunun bu durumu zaten hiç önemsemiyor oluşu olsa gerek. Zaten “füsun”ları da bu değil mi?

Çingeneliği sadece kelimelerle anlatmaya çalışmam, “Çingeneler Zamanı” gibi müthiş görsel-edebi-müzikal-tiyatral bir anlatı varken zayıf kalır diye düşünüyorum. Bu yüzden bildiğim kadarını yorumlayarak devam edeceğim. Mesela ben, filmi izledikten sonra bir kez daha beni en çok etkileyen hallerinden birinin “doğal” olmaları olduğunu fark ettim. Modern zamanların yozlaşmış “doğal” tanımından bahsetmiyorum; sahiden “içten” varoluşlarından ve yaşayışlarından bahsediyorum. Deruni güçleri, değişik coğrafyalarda farklı dinlere adapte olmuş olsalar da Hinduizm doktrinlerine ve paganistik ritüellere de sadık kalışları, çağdaş insanlar yerleşik  yaşayıp medeniyetin keyfini çıkarırken(!) hala göçebe olmaları, müziği yaşamaları (ki bu bana Şamanizm’ i de çağrıştırıyor), nerede olurlarsa olsun farklı yoğunlukta da olsa  geleneklerini ve kültürlerini yaşayışları ve doğal etki-tepki ilişkisi içinde yaşıyor olmaları aklıma ilk gelenlerden. Kulağa hoş geliyor ama büyük ihtimalle ötekileştirilmeleri, kabul görmemeleri de aynı sebeplerden. Onların ne kadarı bunu çok dert ediyor bilemem ama, ben biraz ediyorum. Hem bu tuhaf ayrımın, ayrımcılığını epey sert yaşadığı zamanlar da olmuş, olmakta. Osmanlı çingenelerinin Müslüman olmalarına rağmen vatana ihanet gibi davalarda suçlu bulunurlarsa gayrimüslimler gibi kafaları kesilerek cezalandırılmaları, II. Dünya savaşında kendilerinin “porajmos” yani “parçalanmak” (kelimeyi spiritüel olarak düşününce daha da hazin) olarak tanımladıkları malum Nazi kamplarında yok edilişleri ve şu anda Sulukule’de onuncu yüzyıldan beridir oluşan kültürün yıkımı, parçalanması ve aidiyetin yok edilişi, birtakım utanç dolu gerçeklerden ve malesef bu durum Dünya genelinde böyle. Çoğunluk gibi değiller çünkü ve Plato’nun hala hakim estetik, devletsel anlayışına aykırılar “onlar”.

Göçebe oldukları için nüfusları tam olarak bilinmiyor. Adeta bir düşünce, müzik, his gibi dağılmışlar yani atmosferde. “Romenipen” terimiyle ifade edilen bir felsefeleri var, her ne kadar fiziksel olarak tek bir coğrafyada bir arada olmasalar da. Bu yaklaşımı algılamak da mümkün hakikaten. Belfast’ta eğitim aldığım dönemde sokak kültürü ve müzisyenlerini analiz ettiğimiz  kısa filmler çekmiştik. Farklı meydan ve sokaklarda, günün farklı saatlerinde ve kimi zaman birbirimizden ayrı yaptığımız kayıtları izlediğimizde fark ettiğimiz: elimizde çingenelerin kayıtları olduğuydu. İkinci aşamada fark ettiğimiz ise genellikle önemsenmeyişleri oldu. Müzik, müziğin bedende yarattığı çalkantı, o saf ruh; şehir bağlamında adeta bir katman yaratıyordu. Herkes bunu duyuyor ama çoğunluk hissetmiyordu. Bu yüzden filmlere  “Perceived&Ignored” yani “Algılanan ve Önemsenmeyen” adını verdik. Mimarlık ve şehir adına yaptığımız bu analiz filmlerinin birinde son sahne; çingenenin önemsenmeme halinden sıkılıp enstrümanını çalmayı bırakması ve başını enstrümanına dayamasıyla, diğeri de müzikten hoşlanan bir adamın bir süre dans ettikten sonra adeta müzik ve güzel enerji için teşekkür edercesine çingenenin elini sıkmasıyla bitiyordu. Her ikisi de dramatikti ve gerçekti. Çektiğimiz farklı birçok kayıtta olduğu gibi. Benzer temalar vardı çoğunda ve çingenelerin oluşturduğu enerji de benzerdi. Durum böyleyken “muhafazakarlık” da çok sorgulanası. Aslında birçok coğrafyada bu kadar ayrıkken ortak bir enerjilerinin olmasını, kültürlerine-ritüellerine-göreneklerine sadık oluşlarını, özlerini kaybetmeyişlerini; muhafazakar olduğunu iddia eden birçoğundan daha “muhafazakar” buluyorum. Neyi muhafaza ettiğin önemlidir çünkü ve “muhafazakarlık” bu bağlamda sorgulanıp analiz edilmelidir benliklerde.

Son olarak Henri Rousseau’nun “Uyuyan Çingene” resminden bahsetmek istiyorum. Resimde gece ay ışığının altında uyuyan bir çingene ve çingeneyi düşünerek yanından geçen bir aslan tasvir edilmiştir. Basiti ve orijini yorumlamaya çalışan, görsel açıdan batı figürlerini reddeden, sanata folklorik yaklaşan ve ilkelliğin&ilkel yaşamın daha erdemli olduğunu savunan ilkelcilik (primitivizm) akımının çağrıştırdığı ilk isimlerden biri olan Rousseau, bu resimde ilkelliğin tılsımını da sunar. Resim klasik anlamda gerçekçi resmedilmemiştir ama hissedilenin renklerini ve şekillerini kullanmışcasına gözlemcide gerçeği hissetmişlik yaratır.  Çingene; renkli kıyafetleri-saçları, mandolini, su çömleği ile uyuyordur. Uyuma pozisyonu, ayakları, elindeki sopayı tutuşu, objelerin yerleşimi perspektif olarak alışıldığın dışında sunulmuştur. Resmin ilk ve en parlak katmanı olarak dikkati ilk bu çeker. Sonrasında zaten önceden de fark ettiğiniz aslana yönelirsiniz. Dalmıştır, hatta tetikte bir hali vardır, belki çingeneyi kokluyordur. Adrenalini hissedersiniz. Sonrasında yerden göğe bir bakış süzecek olursanız; ilk olarak çölde uyuyormuş gibi görünen çingenenin ardında bir vadi, dağlar ve son olarak müthiş dolunayın kendi başına, gök yüzünde ve aslında tüm kompozisyonda yarattığı   etkisini bir anda okursunuz. O anda resim tek bir “ an” değil gibidir. Sanki az sonra akıbeti göreceksinizdir. Aslan yürüyüp gidebilir, çingene uyanabilir, çingene ve aslan arasında bir psikokinetik ilişki olabilir ve aslan asla çingeneye saldırmayacaktır, ay konum değiştirirken her şey aynı kalabilir, araziden az sonra birileri gelebilir… Belki de darbuka, gırnata ve cümbüşü duyabilirsiniz. Ya da duyup önemsemeden yürümeye devam edersiniz. Kim bilir?

 

 

 

 

Son bölümde Henri Rousseau'nun Uyuyan Cingene resmi kullanılmıştır.


Herkes bilsin