Menu

Sır Saklanmaz Artık...

Aytuna Tosunoğlu

 

Mahremiyet dediğimiz şey nerede... Mahremiyetin olmadığı bir yüzyıl mı, bu? Herkes her zaman gözetime açıksa, sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Etkin bir yasal ve yargısal denetim olmaksızın, telefon dinleme ve gizli kayıt faaliyetleri gittikçe artan bir hızla yaygınlaştı. Dünya üzerindeki belli başlı hükümetlerin bu işi yaptıkları biliniyor artık. Kendi organizasyon şemaları, kendi binaları, kendi depoları, kendi araçlarından oluşan filolar, bulutta yerleri, vizyon/misyon tanımları, yükselme parametreleri, her şeyleri var. Bütçeleri de sağlam (olmalı herhalde).

Mahremiyet ve bireysel özgürlük alanı dediğimiz şeyin sürekli tehdit altında olması sadece hükümetler tarafından ortaya konmuyor. Günümüz özel kişi ve kuruluşları da bir “bilgi sağlayıcı” konumdalar. Üstelik onların bu yaptıkları ihlaller pazarlama teknikleri, hızlı erişim, bilgi pazarlama, yoğun pazarlama, gerilla pazarlama (İngilizcesi guerilla marketing) vs. gibi artık kuramsallaştırılmış birer paket halinde. Burada dikkat edilmesi gereken bir paradoks ile karşı karşıyayız: Mahremiyetin büyük bir kuşatma altında olduğu, korunmasının gerekliliği hakkında mahremiyete yüksek bir değer verirken, kamu yararı kapsamında kamu güvenliğine yönelik derin ilgi arasında bir çelişki söz konusudur. Adeta şizofreninin yanına paranoyayı katıp, paranoid şizofren oluşturmak gibi... Yani hem kötülük, hem büyüklük, hem etkilenme ve alınganlık hem de kuşku duymayı kastediyoruz.

Doğu tarihsel olarak, kamuya ait yaşam ile mahrem yaşam arasına kelimenin tam tanımıyla duvar örüp ayırmıştır. İkisinin birbirine karışmaması, birinin diğerini gözetlemesine de bir engeldir. Prof. Doğan Kuban’ın daha önce başka bir mecrada irdelediği gibi,[1] cami avluları en güzel ve doğal bir araya gelme yerleridir. Evlerin cepheleri kent mekânına dönük bir gösteri öğesi değildir. Bu tavır İslam’a özgü bir alçakgönüllülüğü işaret etmekle birlikte aynı zamanda güvenlikle de ilgilidir. Mahremiyet içerdedir, gözlerden uzaktadır. Bu durum tarihsel ortak bir olguya işaret eder. Milattan önce beşinci yüzyıldan İsa’nın doğumuna kadarki sürede, antik Yunan kentlerinde yaşamın acımasız gerçekleri karşısında açık, konuşan, tartışan, beden dilini de kullanarak kendisini ifade eden insanlar kamusal alanları dolduruyordu. Etrafı, psişik yapısını sürekli uyaran tanrı heykelleri, sürekli tekrarlanan tiyatro gösterileri, kapısı açık bir parlamento binası, duvarla çevrili olmayan mahkeme salonları ile doluydu. Kamusal yaşamı ile mahrem yaşamı arasında bir denge vardı, o zaman. İnsanların tutkunun bir türünü beslediği kişi dışı bir alan ile, tutkunun başka bir türünü beslediği kişisel alan arasındaki dengeydi, bu. Bir karakter yaşam boyu edinilen deneyimlerden doğmayıp, bu deneyimlerde ifade ediliyordu. Doğaya ait ve insanda yansıyan... Gerçeklik hissi parçalı mekânlara taşınmadığı için zayıflamamıştı.

Milattan sonra birinci yüzyılda, Roma’da Augustus döneminden sonra yaşanan kriz ile günümüzde yaşanan kriz arasında bir paralellik var diyor, bu konuda düşünenler (Bauman ve Sennett): Kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki dengenin bozulması. Augustus devri biterken, Romalılar kamusal yaşamlarını formel bir yükümlülük olarak almaya başlamışlar. Hükmeden imparatorlar açık mekânların hepsini gösterişli sutünlar üzerinde yükselen büyük binalar ile çevirirler. Romalı kendi inşa ettiği büyük yapılarına bakacak ve inanacaktır: yani kalıcı bir rejime bakacak ve itaat edecektir. Roma emperyalizminin askeri gereklilikleri ve aile dışındaki öteki Romalılarla ritüel ilişkilerin hepsi bir görev, yapmakla zorunlu oldukları sıkıcı ve doyurmayan uğraş haline gelir. Edilgen bir ruh halidir söz konusu olan ama, giderek daha azalan bir inançla... Romanın kamusal yaşamı cansızlaşırken, Romalı kendi başına duygusal enerjisini boşaltacak yeni bir odak, yeni bir ilke arayışına girer. Bu arayış mistik niteliktedir. Adım adım Hıristiyanlığın egemenliği altına giren yakın doğunun dinsel topluluklarına yönelir ve sonunda Hıristiyanlık gizlice sürdürülen manevi bir bağlılık olmaktan çıkar, dünyaya açılır ve kamusal düzenin yeni ilkesi haline gelir. Ancak burada yapıların yanında kiliselerin de insan üzerine kurmaya başladığı bir otoriteden bahsedebiliyoruz.

Bunların hiçbiri yabancımız değil. Bizim de devletle olan ilişkimiz teslimiyetçi ve kanıksayıcı bir düzlemdedir. Romalılar devrinde olduğu gibi günümüzde de Res Publica’ya yani o günkü anlayışla cumhuriyete katılım artık bir oluruna bırakma sorunudur ve bu kamusal yaşamın şehir gibi mekânları da bir bozulma sürecine girmiştir. Roma devri ile modern çağ arasındaki fark “özel yaşam”a ne anlam verildiğinde yatmaktadır. Romalı özel yaşamında kamunun karşısına koyabilmek için bir başka ilke arayışına girmişti. Dünyanın dinsel bakımdan aşılmasına dayanan bir ilke arayışı idi, bu. Özel yaşamımızda bizim aradığımız ise, bir ilke değil psişemizin ne olduğuna, duygularımızla neyin sahici olduğuna ilişkin bir düşünüm... Özel yaşamı, yani kendi başımıza, ailemizle ve yakın arkadaşlarımızla başbaşa kalmayı, kendi başına bir amaç haline getirme çabasındayız. Çabalayaduralım, şimdi bir de hükümetler tarafından izlenme, dinlenme gibi yeni bir durum var hayatımızda. Hepimiz masumca sürdürdüğümüz yazışmalarımızın korsanlar (!) tarafından ele geçirilip çarpıtılarak bize ait bir suç unsuru olarak karşımıza konmasından endişeleniyoruz. Duvar arkasına sakladığımız mahrem hayat uğraşlarımız “kötü bir el” tarafından bozguna uğratılabilir. Üstelik artık, “ben yapmadım” demek yeterli bir önerme olmaktan çıktı.

Mahrem yaşamın psikolojisine ilişkin modern görüşler aslında karmakarışık. Psişe kendine ait bir iç yaşamı varmış gibi ele alınıyor. Bu psişik yaşam öylesine değerli ve hassas ki, toplum yaşamının acımasız gerçekleri ile yüzyüze bırakılırsa solup gidecek, ancak korunup yalıtılırsa serpilecek, gelişecekmiş gibi. Her bireyin benliği, bireyin temel kaygısı haline gelmiş. Kendini tanımak, dünyayı tanımak için bir araç olmayıp bir amaç olmuş. Tam da bu denli kendimize dönük olduğumuz için, kendimize özel bir ilkeye ulaşabilmemiz ve kişiliklerimizin ne olduğunu kendimize ve başkalarına net biçimde anlatabilmemiz son derece zor. Çünkü psişik yapımız özelleştikçe daha az uyarım alır ve duygularımızı hissedip ifade edebilmemiz de aynı ölçüde güçleşir. Diğer taraftan toplumu çok büyük bir psişik sisteme dönüştürerek anlamlı bulabiliyoruz. Mesela, belli bir pozisyona aday bir politik liderin yaptıklarına değil, yürüttüğü programlara bakarak değil, nasıl biri olduğuna bakarak güvenilirliğinden söz ediyoruz. Bu da rasyonel toplum anlayışımızı renksizleştiren bir filtre gibi oluyor. Bu, gelişmiş endüstri toplumunda sınıf olgusunun bugün de devam eden önemini gölgeliyor ve ayrıca cemaatin karşılıklı kendini açma edimi olduğuna inanmamıza neden oluyor. Cemaatler, benlikler arası uygar ilişkilerin ancak arzu, hırs ya da kıskançlık türünden sevimsiz küçük sırların saklı tutulması ölçüsünde ilerleyebileceğinin kavranmasını engellediği gibi, başkalarının özel yaşamına saygı duymak gibi temel kişilik öğelerinin gelişmesini de engelliyor.

Sennett ve Bauman birbiri ile paralellikler çizen psikolojik imgelemin yaygın toplumsal sonuçları olduğunu ifade ederek ona bir ad verir: Bu, mahrem bir toplum tasavvurudur. Mahremiyet, sıcaklık, güven, duyguların açıkça ifade edilmesi gibi kulağa hoş gelen şeyleri çağrıştırır ancak, tam da bu psikolojik faydaları içinde bulmayı beklediğimiz ve bir anlamı olan toplumsal yaşam bu psikolojik ödülleri sunamadığı içindir ki dışımızdaki dünya bize yararsız ve değiştirilemez görünür.

Dengesiz bir kişisel yaşam ile içi boşaltılmış kamusal yaşamın göze batan belirtilerinin uzun zamandan beri oluşmakta olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Sennett’a göre tüm bunlar Ancient Regime’in çökmesi ve yeni bir kapitalist, seküler, kentli kültürün oluşmasıyla başlayan bir değişimin sonuçlarıdır. Bu aynı zamanda yaşamdaki toplumsal varlığını eylem üzerine kuran insanın yerini suskun izleyiciye, ardından dikizleyiciye bırakması demektir. Kamusal davranış bir gözlem ve pasif bir katılım halini almıştır. Günlük hayatın rutinliği, ev kredisi ödeme, faturaları takip edebilme, her sabah aynı saatte kalkma, bu rutinlerin listesi mahrem despotluğun bir imgesini üretmiştir. Bu da klostrofobidir. Mahrem despotluk, kişinin tüm etkinliklerinin, arkadaşlarının ve düşüncelerinin hükümet denetiminden geçirildiği bir tür politik felaket anlamına da gelir. Çünkü, ikisi de zorbalığa dayanan despotluklardır. Despotluğun kendisi kendini belli etmeyecek incelikte olabilir. Despotluk kelimesinin en eski kullanımlarından biri egemenlikle eş anlamlıydı. Tüm meselelerde tek, ortak ve egemen ilkeye ya da kişiye gönderme yapılıyorsa, toplum yaşamında o ilkenin ya da kişinin despotluğu söz konusudur. Bu yönetimlerin bir dayatma ile olması gerekmiyor, bir ayartmayla da gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla insanlar kendilerinin üstünde, tek bir otorite tarafından yönetilmeyi isteyebilirler. Herhangi bir inanç, bir kurum tek başına bir otorite olarak yönetebilir, gerçekliğin tek standardı olabilir -illa kişi olması da gerekmiyor.

İşte mahremiyet bunun gündelik hayattaki despotluğudur. Zorlama olmaksızın, karmaşık toplumsal gerçekliği ölçmede tek bir doğruluk standardına inanılmasıdır. Yani toplumun psikolojik terimlerle ölçülmesidir. Bu ayartıcı despotluk ne ölçüde başarılı olursa, toplumun kendisi de o ölçüde bozulur.

Günümüz yaşam koşullarında kişi haklarının tehditlerden, müdahalelerden bir şekilde korunması, bireysel hak ve özgürlükler ile kamu yaşamı arasında bir denge sağlanması ve konunun disiplinler arası yeni bir yaklaşımla ele alınması da yeterli olmayacaktır. Çünkü kamusal yaşam tam da Sennett’in dediği gibi çökmüştür. Çökmüş olan bir olgunun üzerine yeni yaklaşım geliştirmek insani deneyimin varlığını, sürdürülür olduğunu ortaya koyma iddiası taşır. Oysa şu küresel dünyada insani deneyim yerelleştirilebilir mi… Yaşamın dolaysız şartlarına yakın olmak, yüce olmaktır. Yerelleşme ne denli hüküm sürerse, insanlar da içtenliğin ve karşılıklı açıklığın karşısına çıkan bütün dayatma, de facto yönetim engellerini yıkabilir.

Parçalı mekânlara çekilen insanları, alışveriş alışkanlıklarından davranış paterni çıkartılacak bilgisayar yazılımları yaparak kontrol edebilen, dekoratif yaka iğnesi görünümünde casus kamera üretebilen, iletişim ağlarını denetleme kanunlarını istediği gibi meclisten geçirebilen bir yönetim karşısındayız. Hükümetten saklanabilecek hiçbir sır kalmamıştır. Görünen o ki, hükümet de kendi sırlarını saklama konusunda başarısız; deliklerinden sızdırıyor. Prof. Doğan Kuban, dünyanın bize göstermek istediklerini kapıdan atsak, bacadan sokacağını söylemişti. Ona göre, teknoloji bir su gibi, er geç her izolasyonu aşıyor. Tutucu rejimlerin anlamakta direttikleri aslında bu.

Konu bir sırrın varlığı ve onun saklanmasından ibaret değildir. Artık bunu bir gerçeklik olarak alıp, kaygı duymak yerine ve yeni bir şeyler söylemek, ya da icat etmek yerine (bakınız post-truth!) tartışma temelini hiçbir şeyin, hiçbir canlının herhangi bir gerçeklik ilkesine, dayatmasına boyun eğmeyeceği üzerinden yükseltmek lazım.

2017’nin, içinden yeni terör konsepti, dördüncü nesil savaş, paradigma değişikliği, çoklu tehdit, konjonktürel bakış, ideolojik yatkınlık gibi sözcelerin geçmediği bir yıl olmasını dilerim.

 

 

FAYDALI OKUMALAR

Hannah Arendt (2000),  İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şener  İstanbul: İletişim Yayınları

Zygmunt Bauman (1998), Postmodern Etik, çev: Alev Türker İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Jurgen Habermas (2000), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev: Tanıl Bora ve Mithat Sancar.  İstanbul: İletişim Yayınları

Max Horkheimer (2000), Akıl Tutulması, çev: Orhan Koçak İstanbul: Metis Yayınları

Richard Sennett (2002), Ten ve Taş, çev: Tuncay Birkan İstanbul: Metis Yayıncılık

Richard Sennett (2010), Kamusal İnsanın Çöküşü, çev:  Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Müjgan Yıldırım ve AytunaTosunoğlu, Doğan Kuban Röpörtajı (2013) “Türk Mimarisi İçine Kapanık” Evrensel Kültür Dergisi, Ağustos 2013, Sayı 260.

 

 

[1] M.Yıldırım ve A.Tosunoğlu Röpörtajı (2013) “Türk Mimarisi İçine Kapanık” Evrensel Kültür Dergisi, Ağustos 2013, Sayı 260, s: 9.

İllustration: Emiliano Ponzi

 


Herkes bilsin