Menu

Mahreme Sızan Otorite

Aytuna Tosunoğlu

Yaşamdaki toplumsal varlığını eylem üzerine kuran insan yerini suskun izleyiciye, ardından dikizleyiciye bırakmıştır. Kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım ve bir çeşit röntgencilik halini almıştır.

 

Tarihsel olarak bir şeylerin değiştiğini iddia etmek iddialı olur. Yeni olanın anlaşılmaya çalışılması yeni paradigmalar üzerinden yükselmeye çalışınca da ortaya yaşadığı şu an içindeki zamanı, mekânı tanıma yolunda anlamlı bir çift söz edememeye dönüşür. Tecrübe denilen kavram, geri dönüşsüz olarak çöplüğe atılmıştır. Kendini çivilediği özgürlük, içinde bireysellik sosu ile karışınca her gün hamburger yemeğe benzer: karın doyurur ve karın doyurur. Sadece karın doyurur. Özgürlüğün çivilerle birlikte olmaması ayrımından gittikçe uzaklaşır insan. Bizi sabitleyen her şey otoriteye boyun eğme yoluna özenli, hin, planlı taşları döşer durur. Her akşam televizyon ekranında beliren fikir sahibi zevatın liberal terimler dışında düşünemiyor olması da taşların arasında yerini alıyor.

Otoriteyi kabul etme ve aslında otoritenin keyfini sürme kapasitesinin, 18. yüzyıldaki siyasi liberalleşme ve 19. yüzyıldaki ekonomik liberalleşme ile birlikte ortadan kalktığını ileri süren iletişimcilerin, sosyologların teorik olarak, her şeyin farklı olabileceğini savunmaları paradigma değişimini talep ediyor. Oysa, Aristo’nun tanımladığı toplumda, yani bütün vatandaşların birbirini görebileceği ve duyabileceği şekilde bir araya gelebildiği bir toplumda ve bizde olduğu gibi bireylerin hiçbir şekilde kişisel özellikleri ile değil tamamen başkaları ile olan ilişkileri ile tanımlandığı toplumlarda, her şey farklı olabilirdi. İyi mi olurdu, bilmiyoruz. Denemedik. Ancak farklı olacağının ipuçları günümüzde gittikçe artan bir ilgiyle Anadolu’daki kadim geleneklere, Şaman kültürüne dair yazılan kitaplarda var.

 

Mahremiyetin Olmadığı Yüzyıl

Artık kamusal alandan çekilen insan evinde güvende mi? Siyasi ve ekonomik liberalleşme otorite ihtiyacını doğurmuş, beslemiş, büyütmüşken ne kadar güvende olabilir ki... Mahremiyetin olmadığı bir yirmibirinci yüzyıl bu. Mahremiyet yoksa, güvende olmak da yok. Etkin bir yasal ve yargısal denetim olmaksızın, telefon dinleme ve gizli kayıt faaliyetleri gittikçe artan bir hızla yaygınlaşıyor. Dünya üzerindeki belli başlı hükümetlerin bu işi yaptıkları biliniyor, üstelik.

Mahremiyet ve bireysel özgürlük alanı dediğimiz şeyin sürekli tehdit altında olması sadece hükümetler tarafından ortaya konmuyor. Günümüz özel kişi ve kuruluşları da bir “bilgi sağlayıcı” konumdalar. Üstelik onların bu yaptıkları ihlaller pazarlama teknikleri, hızlı erişim, bilgi pazarlama, yoğun pazarlama gibi artık kuramsallaştırılmış birer paket halinde. Burada dikkat edilmesi gereken bir paradoks ile karşı karşıyayız: Özel hayatın büyük bir kuşatma altında olduğu, korunmasının gerekliliği hakkında mahremiyete yüksek bir değer verirken, kamu yararı kapsamında kamu güvenliğine yönelik derin ilgi arasında bir çelişki söz konusudur. Adeta şizofreninin yanına paranoyayı katıp, paranoyid şizofren oluşturmak gibi... Yani hem kötülük hem büyüklük hem etkilenme ve alınganlık hem de kuşku duymayı kast ediyoruz.

Konuya biraz daha açıklık getirmesi için çok eskilere gidelim. Ancak konuya örneği doğudan değil, Batı’dan almak durumundayız. Doğu tarihsel olarak, kamuya ait yaşam ile mahrem yaşam arasına kelimenin tam tanımıyla duvar örüp ayırmıştır. İkisinin birbirine karışmaması, birinin diğerini gözetlemesine de bir engeldir. Prof.Doğan Kuban’ın söylediği gibi,[1] cami avluları en güzel ve doğal bir araya gelme yerleridir. Evlerin cepheleri kent mekanına dönük bir gösteri öğesi değildir. Bu tavır İslam’a özgü bir alçakgönüllülüğü işaret etmekle birlikte aynı zamanda güvenlikle de ilgilidir. Mahremiyet içerdedir, gözlerden uzaktadır. Bu durum tarihsel ortak bir olguya işaret eder. Milattan önce beşinci yüzyıldan İsa’nın doğumuna kadarki sürede, antik Yunan kentlerinde yaşamın acımasız gerçekleri karşısında açık, konuşan, tartışan, beden dilini de kullanarak kendisini ifade eden insanlar kamusal alanları dolduruyordu. Etrafı, psişik yapısını sürekli uyaran tanrı heykelleri, sürekli tiyatro gösterileri, kapısı açık bir parlamento binası, duvarla çevrili olmayan mahkeme salonları ile doluydu. Kamusal yaşamı ile mahrem yaşamı arasında bir denge vardı, o zaman. Sennett’in dediği gibi, insanların tutkunun bir türünü beslediği kişidışı bir alan ile, tutkunun başka bir türünü beslediği kişisel alan arasındaki dengedir bu. Bir karakter, yaşam boyu edinilen deneyimlerden doğmayıp, bu deneyimlerde ifade ediliyordu. Doğaya ait ve insanda yansıyan...

 

Kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım ve bir çeşit röntgencilik halini almıştır.

Milattan sonra birinci yüzyılda, Roma’da Augustus döneminden sonra yaşanan kriz ile günümüzde yaşanan kriz arasında bir paralellik var diyor, bu konuda düşünenler: Kamusal yaşam ile özel yaşam arasındaki dengenin bozulması. Augustus devri biterken, Romalılar kamusal yaşamlarını formal bir yükümlülük olarak almaya başlamışlar. Hükmeden imparatorlar açık mekânların hepsini gösterişli sütunlar üzerinde yükselen büyük binalar ile çevirirler. Romalı kendi inşa ettiği büyük yapılarına bakacak ve inanacaktır: yani kalıcı bir rejime bakacak ve itaat edecektir. Edilgen bir ruh halidir söz konusu olan ama, giderek daha azalan bir inançla... Romanın kamusal yaşamı cansızlaşırken, Romalı kendi başına duygusal enerjisini boşaltacak yeni bir odak, yeni bir ilke arayışına girer. Bu arayış mistik niteliktedir. Adım adım Hıristiyanlığın egemenliği altına giren yakın doğunun dinsel topluluklarına yönelir ve sonunda Hıristiyanlık gizlice sürdürülen manevi bir bağlılık olmaktan çıkar, dünyaya açılır ve kamusal düzenin yeni ilkesi haline gelir. Ancak burada yapıların yanında kiliselerin de insan üzerine kurmaya başladığı bir otoriteden bahsedebiliyoruz.

Romalı özel yaşamında kamunun karşısına koyabilmek için bir başka ilke arayışına girmişti. Dünyanın dinsel bakımdan aşılmasına dayanan bir ilke arayışı idi bu. Özel yaşamımızda bizim aradığımız ise, bir ilke değil psişemizin ne olduğuna, duygularımızla neyin sahici olduğuna ilişkin bir düşünüm... Özel yaşamı, yani kendi başımıza, ailemizle ve yakın arkadaşlarımızla başbaşa kalmayı, kendi başına bir amaç haline getirme çabasındayız. Çabalayaduralım, şimdi bir de otorite tarafından izlenme, dinlenme gibi yeni bir parametre hayatımızda. Hepimiz masumca sürdürdüğümüz yazışmalarımızın otorite tarafından ele geçirilip, çarpıtılarak bize ait bir suç unsuru olarak karşımıza konmasından endişeleniyoruz. Duvar arkasına sakladığımız mahrem hayat uğraşlarımız “kötü bir el” tarafından bozguna uğratılabilir.

Mahremiyet, sıcaklık, güven, duyguların açıkça ifade edilmesi gibi kulağa hoş gelen şeyleri çağrıştırır ancak, tam da bu psikolojik faydaları içinde bulmayı beklediğimiz ve bir anlamı olan toplumsal yaşam bu psikolojik ödülleri sunamadığı içindir ki dışımızdaki dünya bize yararsız görünür; bayat ve bomboştur.

Dengesiz bir kişisel yaşam ile içi boşaltılmış kamusal yaşamın göze batan belirtilerinin uzun zamandan beri oluşmakta olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Sennett’a göre tüm bunlar Ancient Regime’in çökmesi ve yeni bir kapitalist, seküler, kentli kültürün oluşmasıyla başlayan bir değişimin sonuçlarıdır. Bu aynı zamanda yaşamdaki toplumsal varlığını eylem üzerine kuran insanın yerini suskun izleyiciye, ardından dikizleyiciye bırakması demektir. Kamusal davranış bir gözlem, pasif bir katılım ve bir çeşit röntgencilik halini almıştır.

 

Küresel dünyada insani deneyim yerelleştirilebilir mi?

Günlük hayatın rutinliği, ev kredisi ödeme, faturaları takip edebilme, her sabah aynı saatte kalkma, bu rutinlerin listesi mahrem despotluğun bir imgesini üretmiştir. Bu da klostrofobidir. Mahrem despotluk, kişinin tüm etkinliklerinin, arkadaşlarının ve düşüncelerinin erk’in denetiminden geçirildiği bir tür politik felaket anlamına da gelir. Çünkü, ikisi de zorbalığa dayanan despotluklardır. Despotluğun kendisi kendini belli etmeyecek incelikte olabilir. Despotluk kelimesinin en eski kullanımlarından biri egemenlikle eş anlamlıydı. Tüm meselelerde tek, ortak ve egemen ilkeye ya da kişiye gönderme yapılıyorsa, toplum yaşamında o ilkenin ya da kişinin despotluğu söz konusudur. Bu yönetimlerin bir dayatma ile olması gerekmiyor, bir ayartmayla da gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla insanlar kendilerinin üstünde, tek bir otorite tarafından yönetilmeyi isteyebilirler.

Günümüz yaşam koşullarında kişi haklarının tehditlerden, müdahalelerden bir şekilde korunması, bireysel hak ve özgürlükler ile kamu yaşamı arasında bir denge sağlanması ve konunun disiplinler arası yeni bir yaklaşımla ele alınması da yeterli olmayacaktır. Çünkü kamusal yaşam tam da Sennett’in dediği gibi çökmüştür. Çökmüş olan bir olgunun üzerine yeni yaklaşım geliştirmek insani deneyimin varlığını, sürdürülür olduğunu ortaya koyma iddiası taşır. Oysa şu küresel dünyada insani deneyim yerelleştirilebilir mi? Yaşamın dolaysız şartlarına yakın olmak, yüce olmaktır. Yerelleşme ne denli hüküm sürerse, insanlar da içtenliğin ve karşılıklı açıklığın karşısına çıkan bütün dayatma, de facto yönetim engellerini yıkabilir.

Parçalı mekanlara çekilen insanları, alışveriş alışkanlıklarından davranış paterni çıkartılacak bilgisayar yazılımları yaparak kontrol edebilen, dekoratif yaka iğnesi görünümünde casus kamera üretebilen, iletişim ağlarını denetleme kanunlarını istediği gibi meclisten geçirebilen bir yönetim karşısındayız. Kanunlarla başaramayacağını anladığında ise bir korsan gibi davranıp “arka kapı”dan girerek amacına ulaşıyor. Otoriteden saklanabilecek hiçbir sır kalmamıştır. Konu bir sırrın varlığı ve onun saklanmasından ibaret değildir. Artık bunu bir gerçeklik olarak alıp, kaygı duymak yerine yeni bir şeyler söylemek lazım. Örneğin şu cümleler yeni bir tartışmanın temelini oluşturabilecek kavrayışta mıdır? Gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya başlayan bir gerçeklik evreni içine çekiliyoruz. Oysa hiçbir şey, hiçbir canlı herhangi bir gerçeklik ilkesi ya da dayatmaya boyun eğmez. Dünyaya bütünsel bir görünüm kazandırmaya çalışmak içini boşaltmaktan başka bir şey değildir.

 

FAYDALI OKUMALAR

Arendt, H. (2000) İnsanlık Durumu. İstanbul: İletişim Yayınları

Bauman, Z. (1998) Postmodern Etik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Habermas, J. (2000) Kamusallığın Yapısal Dönüşümü. İstanbul: İletişim Yayınları

Horkheimer, M. (2000) Akıl Tutulması. İstanbul: Metis Yayınları

Sennett, R. (2002) Ten ve Taş. İstanbul: Metis Yayıncılık

Sennett, R. (2010) Kamusal İnsanın Çöküşü. İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Yıldırım, M. ve Tosunoğlu, A. Doğan Kuban Röpörtajı (2013) “Türk Mimarisi İçine Kapanık” Evrensel Kültür Dergisi, Ağustos 2013, Sayı 260.

 

[1] M.Yıldırım ve A.Tosunoğlu Röpörtajı (2013) “Türk Mimarisi İçine Kapanık” Evrensel Kültür Dergisi, Ağustos 2013, Sayı 260, s: 9.

İllustrasyonlar: (1) Marco Melgrati (2) Pawel Kuczynski, (3) John Holcroft


Herkes bilsin