Menu

Burası sıçrama diyarı...

Uluer Aydoğdu

 

Uluer Aydoğdu

Burası sıçrama diyarı
aşkın sapağına, uğur böceğinin yanına, huzur ağacının gölgesine

 

Burada; kendi kendine, kendini var ettikçe var olup var oldukça da kendi kendine, kendini var eden Yokşey/Hiçşey’i, yani tek, biricik ve eşsiz şeyi, gerçek olmayan bütün’ü, dolayısıyla da bütün olmayan gerçekler’i anlatmak gibi güç bir işi denemeye çalışacaksın. İmgevelemeden söyleyecek olursan, burada gerçek olmayan bütün’le bütün olmayan gerçekler arasında köprü kurmayı planlıyorsun. Bütün’le parçalar, yani gerçekler arasında sürekli bir koşuşturmaca vardır, diğer bir deyişle kâinat sürekli hareket halinde dissipative(enerji tüketen) bir yapılanmadır. ‘Durmayarak durma’ ya da ‘burada kalmayarak burada kalma’ diyorsun buna. Tabii sonsuz imkân ve kabiliyetleri olan, son derece karmaşık, yani kaotik ve dinamik bir şeyi sonlu bir alfabeyle anlatmanın zorluğunun farkındasın ama sonlu alanlara sonsuzluğun pekâlâ sığdırılabildiğini de biliyorsun. Tam da bu yüzden, bu yazı insanbiçimsel dünyamızla başka dünyalar arasındaki uçurumu kapatma iddiasındadır.

To seem to have been inside what is within, içindeymişim meğerse içimde olanın

“Şeyleri büyüklükleri ve ömürleri açısından düşünme alışkanlığında olan bir uygarlık” bu ve bu uygarlığımız kimi sınırlılıkları olmakla birlikte “küçük fırtınaların büyük fırtınalar gibi davrandığını” kafasında canlandıramıyor. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, sonlu alanlara sıkıştırılmış sonsuzluklarla dolu her bir yanın. Örneğin “… dolaşım sisteminin muazzam büyüklükteki bir yüzeyi sınırlı bir hacme sığdırması gerekiyor”, öyle ki “vücut böyle karmaşıklıklarla dolu” ve “sindirim sistemi dokusunda kıvrımlar içinde kıvrımlar olduğu görülüyor.” Bu yüzden büyüklüklerin ya da ömür sürelerinin pek önemi yok. Tagore’un söylediği üzere çoğumuzun dudak büktüğü, kısacık bir ömrü olan kelebeğinki de bir ömür. Diyeceğin bir kelebeğin ömrü ile kâinatın ömrü arasında fark yok aslında. Fraktal yapılanmalar üzerine teoriler geliştirmiş Amerikalı bilim insanı ve matematikçi Benoît B. Mandelbrot, Jonathan Swift’ten şu alıntıyı yapmayı çok seviyordu: “Küçük pirenin üzerinde/ Daha küçük pireler görüyor doğa bilimci,/ Bu küçük pirelerden besleniyor daha da küçükleri/ Ve sonsuza dek sürüyor bu pirelenme süreci.”

İki bin on altı (2016), birbirinden farklı iki bin on altı tane ‘bir’(1)’den başka bir şey değil. Ve bu bir(1)’ler de kendi içinde sonsuz bir’ler taşıyor. Tabii, ille de uzay-zamanda kendini görmek istiyorsan Stephen Hawking’in söylediği gibi “Yüz milyon galaksinin arasındaki bir dış mahallede, ortalama bir yıldızın etrafında dönen küçük bir gezegende yaşayan gelişmiş primatlardan biri olduğun gayet açık.” Diğer yandan Termodinamiğin bildiğini sizden mi saklayacağım/ giderek daha da karışacak her şey, daha da diye bir zamanlar bir meczup gibi ortalıkta dolaşırken “Hayat tek hücreli, basit organizasyonlardan gelişerek daha karışık organizasyonlara doğru gittikçe daha muhteşem görünüyordu, ama bu karmaşıklık o şeyi daha önemli yapmıyor, tam tersine her şeye daha fazla bağlıyordu”, diyen Gregory Bateson çıkmıştı karşına, hayatın bir bildiği vardır. Gregory Bateson’ın başlıca gayesi, “gözlemlediği fenomenlerdeki organizasyon ilkelerini keşfetmekti” ve buna “her şeyi birbirine bağlayan model” adını vermişti. Bootstarp (potin bağı) felsefesi “ağı ıstakoza, orkideyi çuha çiçeğine ve bu dördünü” sana, seni de dünyaya, oradan da kâinata bağlıyor.

Bir zamanlar yıldızın birinde tılsımlı bir kuarktın, aşağıyı ve yukarı kuarklarla birlikte ‘atom ve molekül yapım işi’nde çalışıyordun. Bir Pazar sabahı bir dağ yamacında bir eğrelti otu olarak salındığını hatırlıyorsun. Bir kuzgundun 1800’lı yıllarda, Poe’nin şiirine doğru süzülüşünü, dalışını hatırlıyorsun. Dahası var: Eşik cini tayfasından Krilov’un (Ecinniler) “insan ölümden korkmadığı gün özgür olacak” diye bu dünyadan salıverilme pelerinini üzerine giydirişini hatırlıyorsun. Aldı varoluş cini olduğundan hiç kuşku duymadığın Mephisto, Goethe eliyle: “Hep yadsıyan o ruhum ben/ çünkü oluşan her şey,/ yok olmayı hak eder” diye/ uçsuz bucaksız bir ovayı/ pat’tadan önüne bırakıvermişti bir sabah/ bunu hatırlıyorsun/ o ovada gezinirken/ “doğum, dışa ölmekse/ içe doğmaktır ölüm”, demiştin sen de. Sonraları, karanlık ve dar bir geçitten geçerek bu rahme geldiğini fark ettin -rahimden rahme-, o sırada yaşadığın sürtünmeyi, itilip kakılmayı hatırlıyorsun. Dünyaya geldiğinde ilk nefesi alınca oksijenin ciğerini nasıl yaktığını… Boğulmuştun, ama doğru söylüyorsun hakikaten boğulmuştun, öyledir insan boğularak doğar boğularak ölür.

Başta her şey bütündü/ annemin memeleri, gökyüzü, kuşlar. Böyle derken henüz annen ya da memeleri, kuş ya da herhangi bir şey olmayan bütün bir şeyden söz ediyorsun. Yo hayır, masal girizgâhı değil, hakikaten kalbur samanın içindedir ve annen seni değil sen anneni doğurmuş beşiğini sallıyorsundur. Ve pireler berberdir. Yapıp ettikçe yapılıp edilerek, yapılıp edildikçe yapıp ederek, önce acısını duyuyorsun, sonra gelip ciğerine saplanıyor, hicranlar yaşayarak, vuslat başlarında buz gibi sular içerek, hallerden hallere sekip bir o yana bir bu yana salınarak... Bütünken, tek, biricik ve eşsiz, dolayısıyla da Yok/Hiç Şey’din, gerçek olmayan bütün.

Henüz bütünden ayrılmadığın, kopmadığın için ‘gerçek’ değildin ve bu hal, diğer bir deyişle simgesel olarak cennet, altın çağ ya da çocukluk kendini bilinceye kadar devam etti. Ancak bu ‘kendi’ dediğin şey muazzam bir tarih ve coğrafya baskısıyla bütünden koparılıp itildiğin şartlı, biçimli ve böylece zamanlı yapılmış ben’den başka bir şey değil. Bir ağrı, bir sızı, bir dil… Kâinatın ağrıyan yeri insan, tam da budur işte. Zihinsel yapılanmasına uymadığı için ‘yalan’ dediği dünyanın içinde gerçek sandığı hayali ve kurgu bir dünyanın gaddar efendisi, tanrısı…

Bir bilinç gezintisi yapacağız burada. Tekilliğe(?), uzay-zaman eşsizliğine doğru... Ancak tekillik ya da uzay-zaman eşsizliği, ‘ilk neden’i ya da ‘her şeye kadir bir yoğunluk matrisi’ni önüne arkana, sağına soluna, içine dışına koyacağından ve boyunu aştığı için yüzmek zorunda kalacağından aşkınlık ya da aşkınsallık demek. Bu yüzden tekillik ya da uzay-zaman eşsizliğinin görece olduğunu, tekillikten çokluğa, daha doğrusu yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa an ve an yeniden, yeniden yapılanan kendi kendine, kendini yapılandırma olduğunu düşünüyorsun kâinatın. Kendi kendine bir özyapım ve özyıkım dinamiği… Yok etme ile yaratmayı birleştirme denemesidir bu yazı aynı zamanda da.

Aha işte kendi canına kıyıp kendini yaratma içgüdüm işbaşında/ ölümcül olduğu kadar gülümcül çalımlarla/ benim varoluş sevgim budur işte.

“Yarıtanrılar her zaman önce yaşamışlardı, şimdiki kuşak ise her zaman yozlaşmış olandır”, diyordu Nitezsche, “ikinci Çağdışı Düşünce’nin çağdaşı bir notunda”. “’Es war’ (Bu oldu) demeyi öğrenirken insan, ‘asla tamamlanamaz bir tamamlanmamışlık’ (ein nie zu vollendes Imperfektum), yani biri ötekinin yadsıması olan anların kesintisiz birbirini izlemesi biçimindeki kendi en derin doğasını da tanır. Bu yüzden, onun yaşamı, üstüne bir yük gibi çöken geçmişine karşı sürekli bir kavgadır. Ancak, geçmiş yalnızca kurtulunması gereken bir yük değildir. O, aynı zamanda, görünüşte karşıt, yitirilmiş cennet niteliğini de taşır hep”.

‘Bozunup’ (bozulma değil) gidiyoruz işte, savrulup gidiyoruz, kendi kendine kendi canına kıydıkça kendini yaratarak.

Durmadan, an ve an yeniden, yeniden yapılanan, organize olan maddeyi düşünüyorsun sürekli.

Her Şeyin Teorisi

Haydi, şimdi de yönetmen James Marsh’ın, başrollerde Eddie Redmayne,Felicity Jones ve Tom Prior, Stephen Hawking’in hayatının anlattığı The Theory Of Everything’e (Her Şeyin Teorisi) gidip bir hatır soralım:

Başta, Stephen bisiklete binerken, okul takımında nehirde kürek çekerken, sonradan eşi olacak Jane ile flört ederken gayet sağlıklı görünmektedir. Ancak pek de uzak olmayan bir gelecekte geçireceği felce dair kimi belirtiler de yok değildir. Örneğin danışmanı Profesör Dennis Sciama’nın verdiği ev ödevini yaparken masadaki kahve fincanına eli çarpar ve fincan yere düşer. Dikkatsizlik gibidir, ancak hayat zincirinin kim bilir neresindeki bir kelebeğin kanat çırpışları Stephan Hawking’in hayatını değiştirmek üzeredir. Bir çatallanma eşiğine doğru gitmektedir genç Hawking. Dalgın ve kararsızdır, sanki adeta sezmiş gibidir akıbetini. Danışmanı da farkındadır bunun. Bu durumu konuşmak için odasına çağırır ve ne yapacağına dair bir fikrinin olup olmadığını sorar. Stephen, Yok, der. O sırada yerde duran bir kalemi almak için ellerinin kalemle cebelleşmesi açık bir şekilde görülür. Ellerini normal bir şekilde kullanamıyordur.

Stephen’ı, sonra, J. J. Thomson’un elektronu keşfettiği ve Rudherford’un atomu parçaladığı odada görürsün. Son derece etkilenmiştir bu ‘büyülü mekân’dan. Sciama, tam da o an, Bu işin harika ödüllerinden biri kimsenin sıradaki müthiş sıçrayışın nereden ve kimden geleceğini bilmemesi diyerek Stephen Hawking’i işaret eder ve yetenekli mezunlardan birkaçını götüreceğini söylediği matematikçi Roger Penrose’un Londra’daki konuşmasına davet eder: İstersen sen de gel!

Sonrasında odada, adeta kendinden geçmiş bir durumda etraftaki alet edevatı incelerken kararını vermiş gibidir Stephen. Fondaki müziğin Stephen’ın yakın çekim yüz ifadeleriyle uyum içinde olması da sana göre buna işaret eder. Hatta sana göre filmin röntgeni çekilebilse film müziklerinin oluşturduğu örüntü filmin iskeleti gibidir. Her girinti ve çıkıntıya sokulup orayı hassaslaştıran, etrafını çevirip her halin iyice belirginleşmesini sağlayan aleni, apaçık bir çerçevedir bu. Tabii kimi zaman tatlı tatlı kimi zaman ise hüzünlü bir şekilde ruhunu okşaması da cabası

Kamera, kesmeyle, Pazar ayini sonrası bir kilisenin çıkışına çevrilir. Stephen bir duvarın üzerinde yine dalgın dalgın oturmaktadır. Akabinde Jane çıkagelir: Hiç kilisede bulunmadın sanırım. Stephen: Bir zamanlar. Jane: İnancını mı değiştiriyordun? Stephen: Bu semavi diktatör terimine karşı küçük bir problemim var. Bunları anlatıyorsun çünkü bu ‘veriler’, Stephen Hawking’in uzay-zaman eşsizliğine dair başlangıçtaki sıkı taraftarlığından A Brief History of Time’a (Zamanın Kısa Tarihi) kadar yaptığı bütün çalışmalarında etkili olduğu kadar kâinata yaklaşma istikametindeki değişikliklerde de belirleyici olacak. Aynı zamanda da Hawking’in fiziksel, ruhsal ve düşünsel dalgalanmalarının, ‘dalga işlevinin çökmediği’ bir açıklığı gösteriyor olması da kâinatın yerinde durmadan an ve an yeniden, yeniden yapılanmasıyla örtüşüyor.

Kuantum Mekaniği ile Genel Görelilik Teorisini bir ana denklemde birleştirme çabası olarak The Theory Of Everything (Her Şeyin Teorisi) ya da başka bir deyişle (M)other Theory’nin (Ana Teori) şaşmaz bir saatin çarkları gibi işleyen bir kesinliğe varmayı uman bir ideal olduğunu düşünüyorsun. 1977 Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine, Bugün, birçok bilim adamı Büyük Birleşim Teorisi’yle büyülenmiş durumda diyordu. Sonra, yine Prigogine’nin Kesinliklerin Sonu adlı eşiz kitabından yola çıkarak kararsızlıkta kararlı kaotik ve dinamik bir kâinatta yaşadığımızı söylemen mümkün. Hawking, aşkınsallıktan kaçarken böylece aşkınsallığa -Ebediyet ve birleşim rüyaları, Newtoncu rüyalardır- yakalanır. Ancak filmin sonunda yanıldığını, en azından daha önce, Her şeyin Teorisi’nin çok yakında bulunabileceğini söyleyen, iddia eden bir bilim insanı olarak kabul eder.  

 

Uzay-zaman eşsizliği

Kamera, şimdi Stephen’ı matematikçi Roger Penrose’un Londra’da yapacağı konuşmaya gitmek üzere trene binerken gösteriyor. Kapılar kapanır. Tren, Londra’ya doğru gidedursun Hawking, Penrose’den etkilenerek zamanı geri sarıp ulaşacağı uzay-zaman eşsizliğine doğru yol almaktadır.

Kesme. Roger Penrose tahtanın önünde, tahtaya bir daire çizer ve dinleyicilere dönerek Bir yıldız, Güneş’in boyutunun üç katından daha büyük, yaşamı sona ermeli, nasıl, diye sorar: Bir çöküş ile. Tam o sıra kamera izleyicileri gösterir, Stephen, başını dik tutmakta zorlanıyor gibidir. Penrose, anlatmaya devam eder: Üstesinden gelinen tüm yığının yerçekimsel gücü, ferdi atomların elektromanyetik gücü, böylece çöküş içe doğru oluyor. Eğer yıldız yeterince büyükse bu çöküş bir kara delik oluşturacaktır. Burada uzay ve zaman öylesine çok çarpışır ki buradan hiçbir şey kaçamaz, ışık bile. Penrose bu kez, başta çizdiği dairenin içine daha küçük bir daire ve bu daha küçük dairenin içine daha küçük başka bir daire çizer ve gittikçe küçülür, küçülür diye ekler. Yıldız, işin doğrusu, atomsal olarak yoğunlaşır, hatta atom altı parçacıklar tam anlamıyla daha küçük ve daha küçük bir boyuta ezilir. Ve Penrose sorar: Elimizde ne kaldı? Durur ve hemen en içteki dairenin ortasına bir nokta kondurur: Bir uzay-zaman eşsizliği! Tam o sıra kamera yakın plan Hawking’in yüzüne odaklanır. Gözleri fal taşı gibi açılmış, hayretler içindedir, bütün bunlardan oldukça etkilendiği her halinden bellidir.

Penrose’a göre Uzay-zaman durma noktasına gelmiştir. Ancak daire ya da küre ya da kâinat ne kadar küçülürse küçülsün ve hatta Paul Davies’in vurguladığı gibi “… gerçek anlamıyla hiçbir şey kalmayacak kadar küçülsün, bu durumda elimizde sonsuz biçimde küçülmüş sonsuz bir kainat gibi şık bir matematik problemi olur”.

Penrose’un nokta ile gösterdiği uzay-zaman eşsizliğine sıkıştırılmış her şey durma noktasına gelmiştir, eğer böyleyse, yani zaman yönünden uzayın varlığı son buluyorsa burası bir sınır ya da kenardır ki bu tip sınırlara tekillik denir. Bu da ister istemez her şeyin hiçlikten yaratıldığı şeklindeki Tekvin (Yaratılış) hikâyesini yürürlüğe sokar. Ancak her şeyin sıkıştırıldığı o nokta bir başlangıç noktası mıdır acaba? Diğer bir deyişle bir tekillikten söz edilebilinir mi: “Olaylara sayılar verildiğini düşünün, sıfır da tekillik olsun. Tekillik bir olay değildir, sonsuz bir yoğunluk hali veya uzay-zamanın durduğu bir şeydir. Bu durumda birisi “tekillikten sonraki ilk olay nedir” diye sorarsa, bu sorunun “sıfırdan büyük en küçük sayı nedir” sorusundan farkı yoktur. Böyle bir sayı yoktur, çünkü ne kadar küçük olursa olsun her kesir her zaman ikiye bölünebilir. Benzer şekilde bir ilk olay da yoktur.” Çünkü bir ilk olaydan önce bir ilk olay vardır tıpkı sıfırdan büyük en küçük sayıdan önce daha küçük bir sayının olması gibi.

 

Quad (Hangi Noktaya ya da Nereye Kadar)

Colorado, Woody Creek’ta, Woody Creek Barının duvarındaki bir levhada, 1897’de bu mekânda, Hiçbir şey olmadı diye yazdığını, dahi fizikçi Richard Feynman’ın insanlara Bugün başıma ne geldi, anlatsam inanmazsın, inanamazsın demeye bayıldığını, ne olduğunu soranlara da Kesinlikle hiçbir şey cevabını verdiğini hatırlıyorsun.

Bir kayayı bir tepeye çıkarmaya mahkûm edilmiş Sisyphos’u (Sisifos) hatırlıyorsun, kayayı tam tepeye çıkarmak üzereyken, her seferinde, kayanın aşağıya yuvarlanmasıyla yeniden başlamak zorunda kalan. Samuel Beckett’ın 1980 yılında yazdığı ve ertesi yıl televizyon için çektiği oyun Quad’ta (Hangi Noktaya ya da Nereye Kadar) ise, dört oyuncu oyun mahallinin kare olduğu verili alanı arşınladıktan sonra birinci seri biter ve ikinci seri başlar, sonra üçüncüsü, dördüncüsü… Peki, ama nereye kadar, Quad? Belki de yönetmenliğini Ian Sftley’in yaptığı; Kevin Spacey, Jeff Bridges ve Mary McCormack’ın başrollerini paylaştığı 2001 yapımı muhteşem bir bilim kurgu film olan K-PAX’ta Kevin Spacey’in olağanüstü performansıyla Prot (K-PAX isimli bir gezegenden geldiğini iddia etmektedir), filmin sonunda kendisini tedavi etmeye çalışan doktoru Mark Powell’a dediği gibi bu sefer doğru olanı yapıncaya kadar. Bakın tam olarak şöyle diyordu Prot: Sana bir şey söylemek istiyorum Mark, henüz bilmediğin bir şey, ama biz K-Pax'liler bunu keşfedecek kadar uzun suredir varız. Evren genişleyecek ve sonra tekrar içine çökecek, sonra tekrar genişleyecek. Bu işlemi sonsuza dek tekrarlayacak. Ama bilmediğin; evren tekrar genişlediğinde her şey yine şimdiki gibi olacak. Bu arada ne hata yaptıysan bir sonraki geçişinde tekrar yaşayacaksın. Yaptığın her hatayı tekrar yaşayacaksın. Tekrar ve tekrar, sonsuza dek. Sana tavsiyem bu sefer doğru olanı yapman. Çünkü bu an, elindeki tek şey.

Tam da burada, bütün bunlarla ilgili olduğunu düşündüğün şu Talmudik metni hatırlıyorsun: Şimdiki tekvinden önce, hepsi de başarısızlığa uğramış yirmi altı teşebbüs oldu. İnsanın dünyası önceki kalıntıların kaotik yüreğinden doğdu; yine o da (insan) başarısızlık riskiyle karşı karşıyadır ve hiçliğe dönebilir. “Umalım bu işlesin” [Halway Sheyaamud] diye haykırdı Tanrı, Dünya’yı yaratırken ve dünyanın ondan sonraki tüm tarihi boyunca süren bu umut, ta başından bu tarihin radikal belirsizlik damgasıyla damgalandığını vurgulamıştır (Kaostan Düzene, Ilya Prigogine – Isabelle Stengers, İstanbul, 1998, s. 364). Prigogine’ye göre “Big Bang sorusu ve kozmolojik sorular hâlâ başlangıç aşamasındadır”. Tabii “Popüler literatürün çoğunu okuduğumuzda Big Bang ve çevrimsel kâinatın neredeyse gerçek olduğu izlenimini ediniyorsunuz. Ama emin bir şekilde bildiğimiz tek şey var, o da bizim kozmik çevremizin kızgın ve yoğun bir halden tekâmül ettiğidir. Kâinatın başlangıç noktası bu mu? Big Bang, kozmik çevremizin veya bir bütün olarak kâinatın orijinini açıklıyor mu?” Öyle görünüyor ki Big Bang, “Termodinamiğin şairi” İlya Prigogine’nin özellikle vurguladığı gibi “başlangıç noktası olmaktan ziyade termodinamik istikrarsızlığın herhangi bir noktası”dır. Bu yüzden olmalı girdaplara, türbülanslara rastlarız hep. Bir çalımla dineldikten sonra her şey savrulup sürüklenir, çalkantılara, an ve an yeniden, yeniden harman oluşlara rastlarız.

Diğer yandan yukarıdaki Talmudik metinde hem umut hem de bir tehdit var: “… umut, çünkü küçük çalkantılar bile genişleyip büyüyebilir ve tüm yapıyı baştan sona değiştirebilir. Dolayısıyla bireysel aktivite anlamsızlığa mahkûm değildir.” Ama diğer yandan “kâinatımızda kararlı, kalıcı kuralların güvenliği hepten kaybolmuşa benziyor.” K-Pax’lı Prot’un doktora söyledikleri de bunun gibi bir şeydir; hem umudu hem tehdidi içerir. Ancak şunu da unutmamak gerekir: Kâinat bize verilmemiştir ve arzularımızdan, istek ve umutlarımızdan, korku ve kaygılarımızdan bağımsız bir yapılanmadır. Diğer bir deyişle olduğu gibidir biz beğensek de beğenmesek de. Bu yüzden ya olduğu gibi kabul edip büyüyeceğiz ya da kendi kendimizi kıstırdığımız insanbiçimsel kapalı devre sistem içinde debelenip duracağız.

 

Uzay-zaman eşsizliği

Kesme. Trende. Bir fincan kahvenin içine bir kaptan yavaş yavaş dökülen süt ve sütün kahveye aheste beste yayılışı… Uzak çekim Stephen, her zamanki gibi yine dalgın. Bir saniye sonra bu sefer yakın çekim Stephen’ın yüzü… Süt helezonlar çizip kahvenin yüzeyinde örüntüler oluşturarak karışmaya devam ediyor. Sonra dönüş duruyor ve gerisin geri bir koşuşturmaca başlıyor. Süt yavaş yavaş geldiği yolu geçip kahveden biraz önce çıktığı kaba dönüyor. Ve Stephen Hawking, tam da o an, alın, bir de buradan yakın dercesine Acaba Penrose’un kara delik teorisini tüm evrene uygulasan, diye kendi kendine sorar.

Filmde hikaye karşılıklı ikili konuşmalarla (Stephen-oda arkadaşı Brian, Stephen-hocası Dennis Sciama, Stephen-Jane, Stephen-Müzik öğretmeni Jonathan, Jane-Müzik öğretmeni Jonathan)  ilerlediği için filmin kahramanlarından birinin de bu diyaloglar olduğunu, aslında birbirleriyle konuşmaktan çok izleyiciyle, senle konuştuklarını fark ediyorsun. Bir sonraki sahne beklediğin gibi Stephen ve Jane’le başlıyor. El ele tutuşmuşlar ve Stephen heyecanla, bu sefer işin içine Einstein’ı da katarak kendi teorisini anlatıyor Jane’e: Eğer Einstein haklıysa ya da genel görelilik doğruysa o zaman evren genişliyor, tamam mı? Jane: Tamam. Hawking: Peki, öyleyse, eğer zamanı geri sararsan, evren küçülür. Jane: Pekâlâ. Hawking: O zaman ya zamanın başlangıcında ne olduğunu görmek için süreci geri sararsam? Jane: Zamanın başlangıcına mı? Hawking: Evet. Evren gittikçe küçülür, yoğunlaşır ve ısınır. Jane: Saati geri sarmak gibi. Hawking: Aynen, saati geri sar. Tam bu sıra bunu bir oyuna dönüştürürler ve Jane’i kendi etrafında döndürmeye başlar Hawking. Jane’in hoşuna gitmiştir bu oyun: Saati geri sar. Hawking: Yaptığın şey bu mu? Saati geri sarıyorsun. Jane: Tam da onu yapıyorum. Hawking: Sarmaya devam et, gidecek çok yolun var. Sarmaya devam et. Jane: Düşmek istemiyorum. Hawking: Zamanın başlangıcına gitmen gerek ama. Tekrar gerekir o zaman, sarmaya devam et, sarmaya devam et. Ta ki bulana dek eşsizliği!

Sonraki sahnede, Stephen’ı, bir tahtanın önünde tıpkı matematikçi Roger Penrose gibi bir dairenin tam ortasına bir nokta koyarken görüyorsun. Danışmanı eşsizlik diye o noktayı onaylarken Stephen devam eder: Uzay-zaman eşsizliği, o zaman evren bir kara delik patlamasından oluştu. Danışmanı: Devam et öyleyse. Stephen: Ne demek istiyorsun, “devam et” ne, evrenin başlangıcından öncesine mi? Danışmanı: Hayır, hayır, hayır, hayır. Devam et, matematiği geliştir.  Burada Hawking’in evrenin başlangıcından öncesine mi diye sorması manidardır. Hawking, aslında bir uzay-zaman eşsizliğiyle birlikte öncesini de düşünmekte ve böylece kendini aşkınsallıktan, yaratılmış bir kâinat düşüncesinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Hemen sonrasında da Stephen’ı yine bir tahtanın önünde bütün tahtayı kaplayan bir denklemle uğraşırken görürsün. Ancak denklemi tamamladığında sağ elinin başparmağının titrerkenki görüntüsü kameraya adeta takılı kalır. Nitekim hemen sonrasında, matematiği geliştirmiş ve bunun heyecanını yaşayan Stephen okulun avlusunda yürürken yere kapaklanır ve yüzüstü düşer. Sonrasında tahliller, testler ve teşhis: Buna motor nöron hastalığı deniyor. Bunu söyleyen doktorudur. Tedavisi olmayan Amyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığı motor nöronların zamanla çoğunu öldürerek sinir sistemini felç eden; ancak beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmayan bir hastalıktır ve Stephen Hawking’i tekerlekli sandalyeye mahkûm edecektir.

Stephen Hawking, koltuk değnekleriyle, bir masanın arkasında oturan üç kişinin olduğu geniş bir salona girer, adımlarını zor atmaktadır, her an sanki yere kapaklanacak gibidir. Bu üç kişi Stephen Hawking’in doktora tezini değerlendirip karara bağlamış danışmanı Profesör Dennis Sciama, Profesör Thorne ve matematikçi Roger Penrose’tur. Stephen’ın doktora tezi, Roger Penrose’un “uzay-zaman eşşizliği”nden yola çıkarak zamanın başlangıcında bir kara deliğin olduğu üzerine bir teoridir. Ve bu teorisi kurul tarafından çok zekice bulunur. Profesör Sciama: Zekice, harikulade! Bu nedenle, gerisine söylenecek şey aferin! Ya da daha kesin olmak adına: Aferin doktor! Bravo Stephen. Fevkalade bir teori.  Stephen: Teşekkürler! Profesör Sciama: Peki sırada ne var? Stephen: Kanıtlamak! Tek bir denklemle, zamanın bir başlangıcı olduğunu ispatlamak. Güzel olmaz mıydı Profesör? Tek, basit, zarif bir denklemle her şeyi açıklamak. Profesör Sciama: Evet olurdu. Kesinlikle olurdu.

Bütün gerçek, gerçek/ler de bütün değildir

Bir yandan kâinat sürekli düzensizleşip enerjisini tüketirken diğer yandan başka bir kâinat onun yerini almak için oluşuyorsa bu doğum ve ölüm döngüsü sonsuz bir biçimde devam ediyor olabilir mi? Termodinamiğin ikinci ilkesine göre bunun mümkün olmadığını biliyorsun. Yok olan bir kainatın malzemesi hiçbir zaman tam olarak geri döndürülemez. Ancak denge durumlarında maddenin bir çeşit “uyurgezerlik” yaşadığını, uzak denge durumlarında ise uyanıp yakın/uzak çevresiyle dayanışmalara, işbirliğine girdiğini de biliyorsun. Psikiyatrist ve dinamikçi Arnold Mandell’in “Biyolojide bir dengeye ulaşırsanız ölürsünüz” dediğini hatırlıyorsun. Sonra Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’nin ve Isabelle Stengers’in birlikte yayımladıkları ufuk açıcı, olağanüstü kitapları İnsanın tabiatla yeni diyaloğu/ Kaoston Düzene’den, kaostan düzenin doğabileceğini hatırlıyorsun. Her yoldan çıkma yeni bir yol arayışı ya da her hastalık sağlık arayışı olamaz mı? Kâinatı statik bir yapı olarak modellemenin, düşünmenin mümkün olmadığını, karmaşık ya da kaotik dinamik süreçlerin kendi kendine, kendini yaratabileceğini, bunun için dışarıdan bir efendiye gereksinimin olmafığını düşünüyorsun. Ilya Prigogine’nin geleceğin verili olmadığı üzerine kitabı Is Future Given, sınırsız, son derece karmaşık, yani kaotik ve dinamik bir akışın sürdüğünü söyler bize an ve an… Bu akış içinde Gücünü diğer dalgalanmalara katan tek bir dalgalanma, bütün sistemi yeni bir yapıda organize edecek kadar güçlenebilir. Bunun gerçekleştiği noktalar “çatallanma noktaları”dır. Bu noktalarda determinist tanım çöker ve sistem, çatallaşmış birkaç mümkün yoldan birini izler. Öyle ki İnsanın Tabiatla Yeni Diyalogu’dur bu. İnsanla doğanın birliği söz konusudur diğer bir deyişle. Her bir parça, içinde an ve an, yeniden yapılanan sonsuz parçaları içeren bir bütün’dür. Bütün’ü sonsuza kadar parçalasak elimizde yine sonsuza kadar parçalayabileceğimiz ama temel bir parçacığa ulaşamayacağımız bir bütün kalır. Ancak uygarlığımızın en yetenekli olduğu şey de parçalama işidir. Prigogine’nin vurguladığı gibi bu konuda pek hünerliyiz. Öyle ki “çoğunlukla parçaları yerine koyup birleştirmeyi dahi unutuyoruz.” Bu yüzden “elimizdeki problem ile kainatın bu problem dışında kalan tüm alanları arasındaki karşılıklı ilişkiler ağını göz ardı ediyoruz.” Her şey ya da parça ya da gerçek dediğimiz şeyler son derece karmaşık geri besleyici ilmeklerle bütün’e gömülmüş ve ona bağlanmış birer “açık sistem”dir. Tam da bu yüzden herhangi bir parça ya da gerçek bütün’den bağımsız bir değişken değildir. Her şey birbirinden güçlü bir şekilde etkilenir. Ve bütün, her seferinde tüm parçaların ya da gerçeklerin toplamı ve daha fazlasıdır. Onu, yani bütün’ü sonsuza kadar adlandırıp etiketlesek bile eksik kalır. Tam da o eksik şeydir bütün. İşte bu bütün aynı zamanda da non-determinizm, kendiliğinden olmak, tek, biricik ve eşsiz olmak ve kendi kendine, kendini yaratmakla eşanlamlıdır. Belki hayal edip kafamızda canlandıramıyoruz ama canlı bir organizmadır. Umulmadık, önceden öngörülemez gerçekler şeklinde kendi kendini yaratan… Bu yolla var olan, var oldukça da kendi kendine kendini var eden… Sonuç olarak durmayarak duran aktif ve canlı bir şey. Bu yüzden madde ya da gerçekler ya da parçalar “mekanistik bilimin tanımladığı tarzda izole edilmiş” bir şey değildir. Her bir gerçekte ya da parçada her ne kadar bütünden kopmuş gibi olsalar da “zaman, değişim ve diğer gerçeklerle etkileşimi de kapsayan ve geri dönüşümsüz değişimlere sebep olan bir tarih vardır.” An ve an yeniden, yeniden yapılanan. Öyle ki, burada “zaman da bir yapıdır ve bu yüzden ahlaki bir mesuliyet taşır… Sonuç olarak ferdi hiçbir hareket ehemmiyetsizliğe mahkum değildir.”  

 

Fizik İş başında    

Big Bang, büyük patlama düşüncesi kimseyi yanıltmamalı, yani küçük ama yoğunlaştırılmış bir yumurtanın patlaması değildir bu. Tıpkı Hawking’in sonradan geliştirdiği teorisinde olduğu gibi kâinatın bir kenarı ya da sınırı yok.

Jane artık çok bunalmıştır ve bir çıkış yolu aramaktadır. Annesinin de ısrarıyla kilise korusuna katılmaya karar verir ve orada müzik öğretmeni genç, dinamik ve yakışıklı Jonathan’la tanışır. Sonrasında onları (Stephen Hawking, Jane, müzik öğretmeni Jonathan) birlikte yemek masasında görürsün. Bir ara Jane, şarap getirmek üzere masadan kalktığında Jonathan, Jane’in dediğine göre iyi bir teoremin varmış. Kâinatın bir başlangıcı olduğunu kanıtlıyormuş, diye Hawking’le konuşmaya başlar. Hawking: O benim doktora tezimdi. Yeni projem aksini kanıtlıyor. Jonathan: O zaman artık yaratılışa inanmıyorsun? Hawking: Birinin inancı fizikle alakasızdır. Jonathan: Ok, anlıyorum. O sıra masaya dönen Jane de sohbete katılır: Stephen bir U dönüşü yaptı. Yeni büyük fikir kâinatın bir sınırı olmadığı. Sınırsız, başlangıçsız… Jonathan: … ve de tanrısız. Anlıyorum… Ben zannetmiştim ki kâinatın başlangıcı olduğunu kanıtladın ve bunun için bir yaratıcı gerek. Benim hatam. Hawking: Hayır… benim (Bunu söylerken aslında doktora tezinin hatalı olduğunu ima eder). Jane: Stephen kâinattaki tüm güçleri açıklayan tek bir teori arıyor. Bu nedenle tanrı ölmeli. Jonathan: Tanrı neden ölmeli anlamadım. Jane: Fiziğin iki ayağı… Kuantum teorisi, çok küçük parçacıklara hükmeden yasalar… Elektronlar gibi ve Genel Görelilik. Jonathan: Ah, evet, Einstein. Jane: Einstein’ın teorisi, çok büyük gezegenlere hükmeden yasalar ama Kuantum ve Görelilik… Jonathan: Dur söyleme… Farklı şeyler mi? Jane: Aynı kurallara uymuyorlar. Eğer dünya patateslerden oluşsaydı kolay olurdu. Kesin bir başlangıç arayabilirdin Stephen’ın bir zamanlar yaptığı gibi. Yaratılış anı. Şükürler olsun tanrı yaşıyor. Menüdeki bezelyeleri birleştirirsen o zaman hepsi küçük bir… Hawking: Ters gider. Jane: Evet, karmakarışık. Hepsi tanrısal bir karışıklığa dönüşür. Jonathan: Aman tanrım. Jane: Einstein bezelyelerden nefret etti. Kuantum teorisi, derdi ki tanrı evren üstüne zar atmaz. Hawking: Anlaşılan sadece zar atmıyormuş… Onları bir de bulamayacağımız bir yere atıyormuş. Jane. Tanrı tekrar tehlikeli türler listesine girdi. Jonathan (gülümseyerek): Umarım bir çaresini bulur. Hawking: Ama fizik işinin başına döndü. Jane: Evet, fizik işinin başına döndü.

 

Eserimize bak

Kesme. Stephen Hawking’le Jonathan’ı yemek sonrasında bahçede konuşurken yakalar kamera. Jonathan. Ben de evliydim aslında. Ama bir anda vefat etti. Neredeyse bir yıl oldu. Lösemisi vardı. Bununla savaştı, ben de ona yardım ettim ama sona gelindiğinde… Aşırı yalnız kaldım. Boş odanın zorluğu. Ve tüm bunlar. Bu anlarda Stephen Hawking’i muzip bir şekilde gülümserken kaydeder kamera. Jonathan kesik kesik, duraklayarak konuşmaya devam eder:  Ama müzik benim kurtuluşum oldu. Öğretmek ve çalmak. Kariyer olarak değil hırslı değildim yani. Bir günah mı? Bilmiyorum. Hawking: Yanlış adama sordun.

Bu sahneyi izlerken William Blake’in aynı zamanda da tablosunu yaptığı meşhur şiiri, The Marriage of Heaven and Hell (Cennet ile Cehennemin Evliliği), geliyor aklına. Şiirin yıkılmış bir kilisede geçmesini bir kenara koyarsan insanın aslında ruhundan ayrı bir bedeni, dolayısıyla da bedeninden ayrı bir ruhunun olamayacağını -ancak ilk önce insanın ruhundan ayrı bir bedeni olduğu kanısının silinmesi gerekiyor-; bunun, yanı bu iki başlılığın monist olduğunu savlayan tek tanrılı inanca ters düştüğünü biliyorsun. İnsanın kendi kendine bir dünya yaratıp (nesnel gerçekliği ve doğruluğu olmayan hayali ve kurgusal) kendini oraya koyduğunu düşünüyorsun ki bu durum belki bütün zorlukların kaynağıdır, eğer algının kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü, sonsuz/ çünkü insan kendisini kapattı, ta ki tüm şeyleri mağarasındaki dar çatlaklardan görene dek.

Makro dünya ya da genel görelilik (patateslerin dünyası) mikro dünyanın ya da kuantum mekaniğinin (bezelyelerin dünyası) tersten imajı olabilir mi acaba?. İnsan, bütün olmayan gerçeğin uzantısıdır/kendisidir, o bütünün/kendisinin içine doğar. Ancak muazzam bir tarih ve coğrafya baskısıyla, yani zihinsel bir tersyüz ile her şeyin iç içe, dış dışa, yan yana, alt alta, üst üste olduğu bütün aşırılıkları, gelip geçmeleri, boş bir sahnede/perdede belirip belirip ortadan kaybolmaları, yani o çılgın raksı, raks eden kaosu evcilleştirerek zihinsel yapılanmasına uygun bir şekilde mekanize eder. Fiziksel gerçekliği zihinsel yapılanmasına uydurur. Öyle görünüyor ki buradaki asıl farkındalık şiirde de dendiği gibi insanın kendisini bütünden ayrı bir alana kapatmasıdır, kötüsü çoğunluk bir mağara sokulduğunu bile bilmemektedir.

Stephen Hawking’in Jane’e, çocuklarını göstererek söylediği final repliği, Look what we made, eserimize bak, seni hem duygulandırdı hem de orada konuşanın kâinat içinde bir kâinat olduğunu düşündün. Kâinat içindeki kâinatlar olağanüstü bir geri besleme trafiği ile hem yapıp etme hem de yapılıp edilme bağlamında görece yerelliklerden bu görece yerelliklerin kendilerini açtıkları daha büyük toplamlara bağlanıyordu, bunu düşündün. Kâinatın hem bütün olarak heyecan verici bir çeşitliliğinin olduğunu, sonsuz seçim zenginliğini barındırdığını ve bu bağlamda hayatın aslında seçim yapmaya bir davet olduğunu düşündün. Bilgi üreten, en ufak belirsizlikleri büyüten, son derece öngörülemez nitelikte davranışlar sergileyen dinamik bir şeydir işte kâinat. Tıpkı onun benzeri sen ya da bir karınca gibi… Tamam, termodinamik olarak “kâinat tek yönlü bir yoldur”, ancak her şey düzensizliğe doğru gelişirken bu aynı zamanda da karmaşıklığın serpilip gelişmesi anlamındadır. Ve kaostan düzen doğabilir. Çünkü kâinat, termodinamiğin ikinci yasasına rağmen “nasıl oluyorsa ilginç yapılar ortaya çıkarmayı başarabiliyor.” Belki de bu, termodinamiğin ikinci yasasına rağmen değil de termodinamiğin ikinci yasasından dolayıdır.  Mesela Jane ile Stephen’ın son derece karışık yaşamlarından yeni hayatlar ortaya çıkıyor ve Hawking “eserimize bak” diyebiliyor.

Diğer yandan, Hawking’in vurguladığı üzere “Kâinatın sınır koşulları hakkında çok özel bir şey olmalı.” Öyle ki “Sınır olmamasından daha özel ne olabilir?” Bu hem fiziksel olarak kâinatın bir sınırının, sonunun olmadığı hem de yapıp ettikleri, oluşturdukları, dolayısıyla da yapıp edecekleri ve oluşturacaklarında bir sınırın, sonun olmadığı anlamına geliyor. Bu yüzden “İnsan çabasının da bir sınırı olmamalı. Hepimiz farklıyız. Hayat ne kadar kötü görünse de her zaman yapabileceğin ve başarılı olabileceğin bir şey vardır. Nefes aldıkça umut vardır.”

 

Go Oyunu

Filmin sonunda, Stephen Hawking ile Jane’nin, o muhteşem final repliği, eserimize bak’tan sonra zamanı geri sararak filmin başına dönmeleri Hawking’in aslında uzay-zaman eşsizliğinden, o tekillikten vazgeçmediğine bir gönder mi emin değilsin ama kâinatın görece bir uzay-zaman eşsizliğinden geçmiş olabileceğini düşünüyorsun. Her şeyin bir bütün, yani tek, biricik ve eşsiz, yani Yokşey ya da Hiçşey olduğu bir hiçlikten geldiğini ve bütün bunların Hiçyoktan, bedava bir yemek olduğunu, ancak bütünün kendi kendine, kendini yapılandırırken, daha doğrusu kendi kendine, kendini var ederken kendi kendine yabancılaşması pahasına ki zorunlu bir süreçtir bu, kendini çokluk olarak bir alanın ki kâinat diyorsun ona, içine yerleştirdiğini, böylece kallavi bir altüst oluşun yaşandığını.

İçinde olduğumuz bu dünyada fil, fildir, insan, insandır, böcek böcektir. Şartlı tahliye işte. Satrançvari… Ancak bu oyun makro moleküler dünyamıza uygunken bir de mikro, kuantum dünyasının oyunu vardır ki bu da olsa olsa go oyunu’dur. Deleuze ve Guattari’nin Satranç taşları kodlanır, onların hareketlerinin, durumlarının ve çarpışmalarının meydana geldiği iç özellikleri ve iç doğaları vardır. Bir piyon, piyon, bir piyade eri, piyade eri, bir atlı, atlı olarak kalır, onların nicelikleri verilmiştir. Her bir anlatım öznesi gibi göreceli bir erk taşır ve bu göreceli erkler anlatım öznesinde, satranç oyuncusunun kendisi veya oyunun iç şekilleriyle tasarlanırlar, dediklerini hatırlıyorsun. Diğer yandan Onur Behramoğlu’nun Asit ve İksir adlı kitabını incelediğin yazında (Asit ve İksir, Dize, 2007) Onur Behramoğlu’nun sözcükleri sözcük, dizeleri dize olarak kalmaz, Go Taşları gibi durumlar yaratarak hareket ederler dediğini hatırlıyorsun. Behramoğlu’nun sözcükleri icabında kuş, icabında mancınık, icabında zeplindir… Sığmam giysilere her daim boy atmaktayım/ parçalıyorum biçilen kaftanları. Parçaladığı, içine girdiğimiz dünyanın anlam, değer ve kurallarıdır. Öncülerin eşliğinde algılayıcı, gerçek olmayan bütünün parçası olarak, evrim geçirmektedir, korku içindeki insan bedeninin kendi güvenliği ve alışageldiği bir mutluluk arayışını yansıtan, temelleri son derece sallantıda bir insanbiçimci zaman görüşünün dışına doğru…

 

Bir bilinç gezintisi: Çıkış için

Bu yazı ilk bakışta saçma, çelişkili, anlaşılması imkânsız gelebilir ancak Profesör William Plank’ın dediği gibi bir şey ancak biz onu anlayıncaya kadar böyledir. Bu bağlamda daha anlaşılır olmak adına kâinat denilen şeyin, kendi kendine her an değişik biçimde düzenlenen, sürekli değişik biçimlerde yapılanan (rekombinatif) bir şey olduğunu ve bütün bu yapılanmaların her birinin random game (rastgele oyun) çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorsun. Bu anlaşılmazsa bu yazının anlaşılamayacağını. Tam da burada Weber’in, Kaostan Düzene’de, Ilya Prigogine’ye, Son sorum bir hayli zor bir soru. Daha doğrusu Heidegger’e ait bir soru. Heidegger Being and Time (Varlık ve Zaman)’da soruyor. Niçin hiçbir şey yerine her şey var, diye sorduğunda onun da şöyle cevap verdiğini hatırlıyorsun: Bu sorunun anlamlı bir soru olduğuna emin misin? Belki de bu soru, dünyamızın dışında olan ve bu dünyayı yaratmakla yaratmamak arasında tercih yapabilen Biri’nin bakış açısıyla sorulabilir. Ama bizim açımızdan anlamsız olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte içine atıldığımız âlemi keşfetmek için -Neanderthal’dan bizim yüzyıla uzanan- derin bir saik var. Gelin, insanoğlunun global şartları içindeki gelişmelerinin bizi bu yolda daha da ileriye götürmesini ümit edelim.

İçinde olduğumuz bu hayali ve kurgusal dünyadan çıkılabilineceğini göstermek için en azından bir bilinç gezintisinden söz etmiştin ilk başta. Öyleyse, buyurun, evrim geçirmiş haliyle Bir bilinç gezintisi: Çıkış için* / -İçindeymişim meğerse içimde olanın- Kendini evden çıkardı/ne el sallayan oldu ne su döken/ katlayıp itinayla evi/sokaktan çıkardı/sokağı omuzlayıp mahalleden/uyuyordu mahalleli     /mahalleyi bir güzel bohçalayıp şehirden çıkardı/kimsenin ruhu duymadı/şehri alıp/sanki çıkarılması yasak bir şeymiş gibi/ülkeden çıkardı gizlice/ülke bir iki tıngırdadı/bir iki sağa sola oynadı/ülkeyi dünyadan çıkardı bir güzel/ağzının kenarına bir ıslık yerleştirdi gelişigüzel/dünyayı, hop, kâinattan çıkardı/durdu bir süre/çıkar çıkar bitmiyordu/içine kendisinden koymuştu namussuz/kendini alıp kainattan çıkardı/kayboldu öylece/ah etmeden vah demeden/ve ben ardından bakıp/gülümsedim.(* Jacques Prevert'in Sabah Kahvaltısı'nda bulunmasaydım bu şiiri yazamazdım.)

 

KAYNAKÇA

Kaos/Kaosun Kutsal Kitabı, James Gleıck, Türkçesi: İlkay Alptekin Demir, Alfa Bilim, İstanbul, 2014.

Hiç Yoktan Bir Evren, Lawrence M. Krauss, Türkçesi: Ebru Kılıç, Aylak Kitap, İstanbul, 2013.

Kaostan Düzene, Ilya Prigogine-Isabelle Stengers, Türkçesi: Senai Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996.

Kesinliklerin Sonu, Ilya Prigogine, Türkçesi: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, 2004.

Is Future Given, Ilya Prigogine, World Scientific Publishing Co. Pte. Ltd., Singapore, 2003.

Olanaksızın Fiziği, Mıchıo Kaku, Türkçesi: Engin Tarhan, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2014.

Tanrı ve Yeni Fizik, Paul Davies, Alfa Bilim, Türkçesi: Barış Gönülşen, İstanbul, 2014.

Kauntum Nietzsche, William Plank, Türkçesi: Cem Kılıçarslan, Mitra Yayınları, İstanbul, 2012.

Nietzsche ile Diyalog, Gianni Vattimo, Türkçesi: Durdu Kundakçı, Dost Kitapevi Yayınları, Ankara, 2005.

Diyaloglar, Gilles Deleuze/ Claire Parnet, Türkçesi: Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul1990.

Asit ya da İksir, Onur Behramoğlu, Yitik Ülke Yayınları, İstanbul, 2006.

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Herkes bilsin