Menu
26 Mayıs 2017

"Ey Büyük Türk Faşisti"

Cansu Fırıncı

Türk gericisinin, faşistinin tarihi, matbaa makinelerinin üzerinde tepinmenin, rotatiflerini tekmelemenin, kağıt bobinlerini dişlemenin, tiyatro binalarını kundaklamanın, elektrik kontaklamanın, kültür merkezlerini ateşe vermenin, sanatçılara yapılan işkencenin tarihidir. Bu tarihten başlayıp, bugünden geleceğe bir akrostiş yazsak, torunlarımız şunu okur: İŞKENCE ALTINDAYIZ.

 

Demokrasimizin çok ilerlemediği, ‘tek adam istibdadının’ yaşandığı zamanlara, misal 4 Aralık 1945 gününe, Babıali’ye gidelim. Ne göreceğiz orada? Pek çok matbaa, yayınevi, kitabevi yan yana. Serteller’in Tan Gazetesi, Sabahattin Ali ve Cami Baykurt’un Yeni Dünya Gazetesi ve başkaca ilerici yayınlar Halil Lütfü Dördüncü’nün matbaasında basılmakta. Fakat o da nesi, az evvel pek çoğu İstanbul Üniversitesi’nden ve Tek Parti istibdadının şer odağı olan parti binalarından üçer beşer ayrılan elleri sopalı, demir çubuklu bir güruh matbaanın önünde toplanmakta.

Bu provokasyonun yaşanacağı günler öncesinden duyulmuş, Serteller, Vali Lütfi Kırdar’a telefon etmiş, duyumlarını aktarmış ve tertip alınmasını istemiş. Lütfi Kırdar durumdan haberdar olduklarını, gerekli tedbirleri aldıklarını bildirmiş. Nümayiş gününde, matbaanın sahibi Halil Lütfi Dördüncü telefona sarılarak Vali Lütfi Kırdar’ı ve dönemin ünlü Emniyet Müdürü “Demir” Ahmet’i aramış. Verilen cevaplar aynı “Telaşa mahal yok, gerekli tertibat alınmıştır”. Polis olay yerine “nümayişçiler”le birlikte geliyor. Matbaa yıkılıp yerle bir edilirken seyrediyor. Soranlara “biz, sadece burada bulunmak ve hiçbir şeye karışmamak emrini aldık” cevabını veriyor.

Güruh tekbirler eşliğinde matbaaya giriyor, makineleri ellerindeki demir çubuklar ve sopalarla kırıyor. Hızını alamayıp bobinlerin üzerinde zıplayan, kağıt toplarını dişleyen var.

Azgın kalabalık matbaayı yerle yeksan ettikten sonra yine tekbirler eşliğinde Taksim’e çıkıyor ve şimdi belki de Kırmızı Kedi Yayınevi’nin yerinde bulunan Görüşler ve La Turqıe dergilerinin camekanını güzelce parçalayarak ara sokaklara dağılarak gözden kayboluyorlar.

Olaydan sonra tek bir suçlu bile yakalanamıyor.

Fakat Aziz Nesin Ey Büyük Türk Faşisti isimli taşlamasını yazıyor;

''Ey Türk Faşisti!

Birinci vazifen, Türk matbaalarını yıkmak, makinalarını ısırmak, demirlerini dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel, partinin hazinesidir. Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın. Meydanlarda kitaplarını yaktığın namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabii tutulabilir. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir Ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yıkılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş, çoluk çocuğu dağıtılmış, haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, Amerika’dan borç dahi alınabilir. Hatta bu borç alınan paralar, ziyafetlerde yenilebilir. Ey faşist yumurcakları! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi, bütün bu yapılanları kafi görmeden; vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır.

Muhtaç olduğun kazma, balta, Halk Partisi’nin ambarında mevcuttur.''

***

Demokrasimizin çok ilerlemediği, Türk muhafazakarlığının tek başına iktidar olduğu halde inim inim inlediği ve mağdur olduğu zamanlara, misal 1967 yılının sonbaharında Ankara Sıhhiye’deki Küçük Meydan Sahnesi’ne gidelim.

Aydın Engin’in yazdığı, sözde Süleymaniye Muhtarı Süleyman’ın serüvenlerini anlatan, özde ise o günlerin siyasi iktidarını ve Başbakan Süleyman Demirel’i nalına mıhına hicveden Devr-i Süleyman oyunu Tuncer Necmioğlu, Tuncel Kurtiz, Aydın Engin, Umur Bugay ve Müjdat Gezen öncülüğünde kurulan Halk Oyuncuları tarafından sahnelenmekte.

Oyun büyük bir başarı kazanmış, aydınlar, bürokratlar, öğrenciler, hatta her rütbeden askerler oyunu kahkahalar eşliğinde izlemekte. Fakat dönemin demokrat başbakanı Süleyman Demirel, muhtarlara ayrı bir sempati, samimiyet beslediğinden midir, belki de zaman zaman muhtarlarla toplantılar düzenlediğinden midir nedendir oyunu, partisinin adını taşıyan fakat şimdiki gibi sarayda yaşamayan adalet makamlarına şikayet etmiş.

Oyunda Süleymaniye Muhtarı Süleyman’ı oynayan Umur Bugay da tutmuş savcılığın yolunu. Savcı Umur Bugay’ı karşısında görünce ayağa kalkıp,

“Ooo, Buyrun Süleyman Bey” diye karşılamış. Sonra da Umur Bugay’a fırsat vermeden başlamış ifadesini yazdırmaya.

“Oyunumuz hiçbir devlet büyüğüne hakaret amaçlı olmayıp, bu Süleyman muhtar Süleyman…”

Oyun beraat ediyor, ardından o küçücük salon hınca hınç dolmaya devam ediyor. Türkiye’nin her köşesine yayılan turneler, bol seyirci, bol alkış. Ekip yaşadığı bu başarının ardından tutmuş İstanbul’un yolunu. Süleyman artık Aksaray Küçük Opera Tiyatrosu’nda oynanmakta. Seyirci yine kalabalık, oyuna ilgi yine büyük.

27 Kasım 1968. Oyunun bitimine yarım saat kalmış. Seyircilerin bir kısmı bir anda “yalan, yalan” nidalarıyla haykırmaya başlamış, ardından da sahnedeki oyuncuların üzerine taş yağdırıp, gaz dolu bidonları etrafa fırlatmışlar. Ortalığı bir anda amonyak kokusu ve duman kaplamış, her şey gaz ve toz bulutuydu demeye kalmadan saldırganlar ellerini kollarını sallaya sallaya kapıdan toz olup gitmişler, öylece kayıplara karışmış ve asla bulunamamışlar.

Belli ki bu bir uyarıymış. “İstersek yakarız” demişler. Ekip oyunu oynamaktan vazgeçmeyince İzmir Milletvekili Osman Zeki Efeoğlu’nun zehir zemberek konuşması bir işaret fişeği olmuş ve Aksaray Küçük Opera Binası bir gece yarısı kimliği belirsiz kişilerce kundaklanarak yakılmış ve failler elbette yakalanamamıştır.

Ekip yine yılmamış bu sefer 6-7 Şubat tarihlerinde oyunu Taksim Şan Sineması’nda oynamıştır. Yıllar sonrasında Ferhan Şensoy’un Muzır Müzikali oynayacağı ve bir gece yine kimliği belirsiz kişilerce ‘iyi kontaklanarak’ yakılan Şan Sineması’nda…

Devr-i Süleyman oyunu bir süre daha Devr-i Küheylan, Devrik Süleyman gibi isimler alarak oynanmaya devam etmiş.

***

Eğer biraz indirgermeci olmayı göze alacaksak diyebiliriz ki tarih gördüğünüz üzere ileri-geri kavgasından ibarettir. Kimileyin ileri sıçrar kimileyin geriye düşer. Biz de tarihin kadranını biraz geriye saralım ve 1946 yılının ‘tek parti, tek adam’ istibdadında bir mizah dergisinin ofisine konuk olalım.

Sabahattin Ali ve Aziz Nesin bir mizah dergisi üzerinde çalışmakta. Derginin adı Markopaşa,  ‘polis toplatmadığı zamanlarda çıkar mizah gazetesi’. Gazete yazıları ve taşlamalarıyla sık sık mecliste gündem olmakta hatta kapalı oturumlarda tartışılmakta. Yazarları ‘kökü dışarda’ olmakla suçlanmakta. Suçlanmakla da kalmamakta, bir ay biri hapse tıkılmaktaysa, o salıverilirken öteki içeri alınmakta. İkisi aynı anda dışarıda bulunmasın ki muzır neşriyat halk arasında fazla yayılamazın.

Fakat yazarlar inatçı, dergi yasaklandıkça isim değiştirip yenisini basmakta. Markopaşa kapanıyor oluyor Malumpaşa, kapanıyor oluyor Yedi Sekiz Hasanpaşa. Kapanıyor oluyor Ali Baba ve Kırk Haramiler.

Sonunda hükümetin inadı kırılıyor ve kapatmaktan vazgeçip yeni bir taktik deniyor. Yazarların ofisine bir polis ajanını işe sokuyor ve derginin imtiyaz belgelerini çalıp kendisi çıkarmaya başlıyor.

Derginin her sayfası Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’e hakaret eden yazılarla dolu. ‘Vatan Haini’ ‘Rus Uşakları’, ‘Vatan Millet Düşmanları’ gibi sövgüler gırla gidiyor. Böylece Sabahattin Ali ve Aziz Nesin kendi adlarına çıkarılan dergiden kendilerine küfür yağdıran ilk yazarlar olarak dünya basın tarihine giriyorlar..

Tam da burada Sabahattin Ali’nin, Ali Baba ve Kırk Haramiler’in başyazısında yazdıkları geliyor akla:

“Markopaşa’yı elimizden alanların Baba’yı almasına da ses çıkarmayız elbet.”

Ee, durmaksızın muhalif basın organlarını, sendikaları, sivil toplum kuruluşlarının kapatanların eninde sonunda alacağı şey belli olsun diye anlattım bu hikayeyi.

***

Demokrasimizin çok ilerlemediği, Türk muhafazakarlığının tek başına iktidar olduğu halde inim inim inlediği ve mağdur olduğu zamanlara ama bu sefer 1969’un oldukça sıcak bir Ağustos gününe gidelim.

Halk Oyucuları bu sefer Pir Sultan Abdal oyununu oynamak üzere şarkılı türkülü bir şekilde yola çıkmışlar ve Elazığ’da taşlı sopalı bir şekilde karşılanmışlar. Umur Bugay’a göre karşılamada hiçbir masraftan, tertipten kaçınılmamış, taşların en iriceleri seçilmiş, sopalar en kalınından getirilmiş ve elbette polis şehir merkezinde kordon şeklinde “biz, sadece burada bulunmak ve hiçbir şeye karışmamak emrini aldık” demek suretiyle dizilmiş. Ekip şehrin ileri gelenlerince emniyet müdürünün huzurunda incelikle tehdit edildikten sonra yine polis kordonundan geçirilip otobüslerine bindirilmiş ve “Allahu Ekber” nidaları ve havada uçuşan taşlarla birlikte motosikletli polisler eşliğinde şehirden edebiyle sıradaki karşılamacı şehir olan Tunceli’ye uğurlanmış.

Tunceli’ye varır varmaz Elazığ’daki karşılamanın hararetiyle kavrulan Ayberk Çölok ve Umur Bugay kendilerini çevredekilerin anlam veremeyen bakışları arasında Munzur’un serin sularına bırakmış ve boğulmaktan sonra anda şans eseri kurtulmuşlar. Akşamüstü de oyunu oynayacakları sinemaya gitmişler ki bir de ne görsünler! Kapıya mühür vurulmuş. Asayiş gerekçesiyle oyun valilik emriyle yasaklanmış. İki polis jeepinden inenlerle birlikte sivil polisler Ayberk Çölok’la Umur Bugay’ın yanına yanaşmış ve “yasak” demişler “giremezsiniz”. Bu tavır Munzur’un serin sularından yeni çıkıp gelen iki tiyatrocuda soğuk duş etkisi yaratmış ve Ayberk Çölok “Ben bu oyunu valinin penceresinde bile oynarım” diye çıkışınca coplar havaya kalmış, silahlar patlamış, çevreden tiyatroculara sahip çıkmaya gelen halk da olaylara karışınca arbede yaşanmış, yaralananlar ve ölenler olmuş. Polis olayları önleyemeyince takviye jandarma ekipleri çağırılmış ve tiyatrocular yasaklı bir oyunu oynamaya çalışmanın yanı sıra bir de halkı isyana teşvikten suçlanıp tutuklanmış.

Karakolun kapısında, yaşanan arbedede silahını kaptırıp askerliğinin yanacağı endişesine kapılan bir erin eline geçirdiği çalı süpürgesi ile başlayan dayak faslı içeride polis kordonu altında yerini sille tokada, tekme yumruğa bırakmış. Yakalananlar falaka ve elektrikten geçirildikten sonra nezarete tiyatrocuların yanına getirip bırakıyorlarmış. Sonunda bir polis gelip “Nerede o valinin penceresinde oynayacak pezevenk? Gelsin!” demiş. Ayberk Çölok polisle birlikte gitmiş ve uzunca bir süre gelmemiş. Geri döndüğündeyse bıyığının yarısı yokmuş. Polisler yolmuş. Giden geldiğinde bıyığı yolunmuş geliyormuş.

9.9 1969 tarihli cumhuriyet gazetesinde bir fotoğraf var. Fotoğrafta Ayberk Çölok, Tuncer Necmioğlu ve Umur Bugay cezaevinin avlusunda yan yanalar ve bıyıkları yok.

***

Demokrasimizin çok ilerlemediği, Türk muhafazakarlığının tek başına iktidar olduğu halde inim inim inlediği ve mağdur olduğu zamanlara gidelim ama bu sefer Demirel’i, Erbakan’ı, Türkeş’i hepsi orada, 1977 yılının temmuz ayı, yer Ankara Gençlik Parkı.

Erdoğan Akduman’ın Öncü Tiyatro’su pek çok oyunun yanı sıra Hasan Hüseyin Korkmazgil’den uyarlanan Hızarcı’yı oynuyor. Açıkhava ağzına kadar seyirciyle dolu. Sahnede Erdoğan Akduman’ın yanı sıra Can Berkmen, Halil Esen, Belkış Akçıl ve İrfan Bebek var. Derken oyuncuların üzerinde bulundukları platform büyük bir gürültüyle sarsılıyor. Platformun ortasında kocaman bir oyuk açılmış, oyunculardan yaralananlar var, seyircilerin yarısı bir taraflara doğru koşuşuyor. İnsanlar panikten, korkudan kaçtılar derken, bir süre sonra daha kalabalık bir şekilde coşkulu sloganlar atarak geri gelmeye başlıyorlar, sahneden ayrılmayan seyirciler de atılan sloganlara katılıyor ve oyuncuların etrafında halka oluşturuyorlar. Bunlar oyuncuların kaçtığını düşündüğü seyircilerdi, kaçmamışlardı, bombalı saldırıyı düzenleyen faşistleri kovalamışlardı. Devrilen sandalyeleri kaldırıp yerlerine oturmuşlardı ve sloganların yanı sıra tuttukları tempolu alkışlarla tiyatroculardan oyuna devam etmelerini istiyorlardı. Oyun kaldığı yerden devam etti…

Şimdi anladınız mı faşizmle nasıl mücadele edilir, gericilik nasıl dize getirilir?

 

***

Gericilik demişken, hep istibdattan, mağduriyetten bahsedecek değiliz ya muhafazakar Türk sağının pek bir liberal, anayasayı bir kere delmekten bir şey olmayan, pek bir tonton günlerine, 1987 yılının Şubat ayına gidelim bu sefer de.

Ferhan Şensoy, belki de tiyatro tarihimizin en sansasyonel oyunlarından biriyle çıkmış sahneye. Şan Tiyatrosu’nda oynanıyor Muzır Müzikal. Fakat daha provaları yapılırken başlamış gürültüsü. Bütün müslümanlara hakaret ediyormuş oyun, inananlar rencide ediliyor, mağdur ediliyormuş. Daha bunun gibi bir sürü uydurmasyon. Gericiliğin nasırına basıyor oyun, ayağının üzerinde liberaller zıplıyor.

Derken, 7 Şubat 1987 gecesi “elektrik kontaklanıyor” ve Şan Tiyatrosu kül oluyor.

Fail ya da failler, bilmem ama söylemeye gerek var mı, yakalanamıyor.

Ferhan Şensoy’un şu dizleri çınlıyor yanan tiyatronun imgeleminde:

“"adı muzır

kendisi kendi adından muzır bir kurul

çağdışı bir çıban başvermekteyken ülkemde

şairin kalemi neşter atmış yaraya

bana muzır diyen kurul

senin adın muzır değil mi".

***

Şimdi bir harabe gibi Taksim’in ortasında kaderine terk edilmiş, kah bir reklam panosu kah bir kışla olarak kullanılan Atatürk Kültür Merkezi’nin içine sırtımıza cop, belimize tekme, bileklerimize kelepçe yemeden girebilsek, çırılçıplak bırakılmış dört kolonun, sıvası dökülmüş duvarların arasında dolaşsak, sonra gözlerimizi kapatıp, süzülen bir damla yaşında ardından açsak şüphesiz kendimizi 1977 yılının 27 Kasım’ında buluruz. O zamanlar adı İstanbul Kültür Sarayı olan binada oynanmakta olan Artur Miller’in Cadı Kazanı oyununu seyre dalarız bir müddet sonra alevler içinde kalırız. Canımızı kurtarmak için kaçıştığımız sırada dumandan göz gözü görmezken daldığımız bir odada alevlerin arkasında IV. Murat oyununun galası için Topkapı Sarayı’ndan getirilmiş olan IV. Murat’a ait kaftanla yine padişahı resmeden bir tabloyla, oldukça eski bir Kur’an’ı görürüz. Tutuşmak üzeredirler, aklımız yerinden çıkacak gibi olur, atılırız ileri ama alevler geçit vermez. Duman bizi kendimizden geçirmek üzereyken, biri kolumuza girer ve çıkarır dışarı.

Kültür Merkezi yanar, kül olur ve ertesi gün mağdur hükümet mağrur bir edayla “komünistler yaktı” der. Oysa ortada buna dair ne bir delil vardır ne de gerekçe.

Bilmem söylemeye gerek var mı 27 Kasım 1977’de yakılan Kültür Merkezi’nin fail ya da failleri yakalanamadı.

Ama bugün Kültür Merkezi’ni kimin yıkılmaya terk ettiği biliniyor.

***

Demokrasinin ayağına postal giydiği ve yine memleketin namuslu yurtseverlerinin üzerinde tepindiği günlerden birinde, 12 Mart 1971 darbesi günlerinde Ziverbey Köşkü’nde İlhan Selçuk iki işkence arasında akrostiş yazmakla meşguldür. İŞKENCE ALTINDAYIM.

Yıllar sonra bu işkence evi işkenceciler tarafından kaderine terk edilir. Müjdat Gezen alır bu eski işkence evini, işkencenin bir insanlık suçu olduğunu anlatacak oyuncular yetiştirmek için bir okula çevirir.

Birkaç gün önce işte bu köşk bir gerici tarafından “elektrik kontaklanmaya” çalışıldı. İyi kontaklayamayan yobaz iyi topukladı ve ortadan kayboldu. Şu saate kadar hala yakalanamadı. Bilmem söylemeye gerek var mıydı…

Mesleğinin ne olduğunu tarif edemediğim birileri bu haberi “Pezevenk Müjdat’a büyük şok” olarak verdi. Mesleğini tarif edemiyorum zira kendisine bırakın gazeteci demeyi insanım diyen biri böyle bir şeyi yapmaz, yapamaz. Ayrıca bu memleket Müjdat Gezen’in bir pezevenkliğini görmedi bugüne kadar, bilindiği üzere Müjdat Gezen tiyatrocudur. Tam Aziz Nesinlik bir durum.

Gizli saklı icra edilen mesleklere dair Aziz Nesin’in şu yazısı geldi aklıma:

"Bu yeryüzünde öyle meslekler vardır ki, o meslekten olanlar, o mesleği yapanlar, kendilerini tanıtacak kart bastıramazlar. Bunlar kendilerini tanıtırken, yaptıkları işi söyleyemezler. Örneğin orospuların, örneğin yankesicilerin, örneğin dolandırıcıların, örneğin genelev işletenlerin kartları yoktur ve bu işleri yaptıklarını söyleyemezler.

Biliyoruz ki bu dünyada kapitalistler de var. Ama niçin adında kapitalist olduğunu bildiren tek parti bile yok dünyada? Yoktur, olamaz; çünkü kimi meslekleri yapanlar o meslekleri yaptıklarını açıklayamazlar, mesleklerini bildiren kart bastıramazlar. Örneğin yukarıda saydıklarım gibi..."

 

 

Konuyla ilgili gazete haber ve yazıları;

 

 

 


Herkes bilsin