Menu

Bir Fotoğraf Karesinde Asılı Kalmak

Zeynep Altıok Akatlı

Günlerdir aklımda bir fotograf. Belki de daha çok bu fotografın düşündürdükleri. Fotografta üç kadın var. Türk edebiyatının üç büyük aklı, üç keskin kalemi, üç kıvrak zekâsı... Sırf yanyanalıkları bile insana çok şey anlatıyor. Öyle dimdik, yanyana ve öyle güzeller ki!

 

gel gel kayıkçı / yavaş yavaş / kıyıdan geç / göreyim güzel yüzünü / söyle beni sevdiğini / gel gel kayıkçı / sevdim seni / güzel hanım /kandilli'nin yalıları / dinlesin bizi / söylesinler şarkımızı / gel gel kayıkçı

 Semadirek sahilinde bu şarkıyı dinleyerek denize bakıyorum. Deniz fasılalı aralıklarla kıyıya vuruyor. Yeknesak ama huzur veren bir dalga sesi... Günlerdir aklımda bir fotograf...

Kayıkçı’yı 26 Haziran 2010’da Açıkhava tiyatrosunda Giorgos Dalaras’tan dinlemiştim. Bir gün sonra annemi yoğun bakıma aldılar. Birbirimize son sarıldığımız gün 27 Haziran oldu. O muhteşem konseri anlattım ona o gece. İyi değildi. Sabaha kadar, iyileştiğinde gideceğimiz tatili konuştuk. Onu rahatlatmak için gözlerini kapatıp Selimiye sahilinde ya da Palamutbükü’nde dalgaların karaya vuruşunun sesini hayal etmesini istiyordum. Uzun bir yoğun bakım macerasından iyileşerek yukarıya odamıza geldiğimiz 2 gecenin ilki sorunsuzdu ama o ikinci gece nefesi sıkışıyordu. Hayalî deniz sesinin onu rahatlatmasını ve uykuya dalmasını umuyordum. Annem sabaha karşı odaya giren hemşireye, “Aman sessiz olun kızım bütün gece uyumadı, çok yorgun.” diyordu. Bir iki saat sonra da yoğun bakıma geri döndü. Bir daha da gelmedi. Onu dört yıldır her gün özlüyorum.

Gel gel kayıkçı... Söylesinler şarkımızı...

Günlerdir aklımda bir fotograf. Belki de daha çok bu fotografın düşündürdükleri. Fotografta üç kadın var. Türk edebiyatının üç büyük aklı, üç keskin kalemi, üç kıvrak zekâsı... Sırf yanyanalıkları bile insana çok şey anlatıyor. Öyle dimdik, yanyana ve öyle güzeller ki!

Üç kadından biri benim güzel annem. Fotograf elime geçtiğinden beri aklımda asılı kalan hatıralar. O günü anlatmayı düşünürken ne tesadüftür ki şarkı her yerde karşıma çıkar oldu. Semadirek’te oluşumun buna biraz teşne bir durumu olsa da, aslında o kadar da popüler bir şarkı değil elbet. Issız, yerleşimsiz; taşlar, keçiler ve otlardan başka bir de bizim olduğumuz sahilde sevgili Buket’in (Aşçı) telefonundan sanki içimi okur gibi çalacağını da kim bilebilir? Kayıkçi’yı her duyduğumda, konser gecesi günlerce beklediğim hastahane bahçesindeki banktan kalkıp ayaklarım geri geri gitse de “Biraz havan dağılır” diyenleri dinlediğim için kendime kızgınlığım, annemli günlerimden bir eksilten o büyülü konser ve anneme duyduğum her gün daha da büyüyen özlem geliyor aklıma. İşte bu fotograf da tıpkı Kayıkçı gibi tuhaf bir duygu veriyor bana. Hem derin bir acı, hem buna rağmen tekrar tekrar dinleme / bakma, hep o anda, o şarkıda asılı kalma isteği; hem de acısı ile tezat bir hoşnutluk,  hatta sığınılmış bir güzelliği özleme hali. O güne, o hastahane bahçesine gitme ve yazgıyı değiştirme ihtimali gibi, geçmişe dönebilmek ve en sıkıntılı zaman bile olsa birlikte olabildiğmiz dakikalara dönebilme isteği.

Temmuz! Bu fotografın bir diğer ortak paydası o. 22 Temmuz günü fotografta olmayan bir başka müthiş kadın da usulca ayrıldı aramızdan. Mizacına çok yakışır şekilde mütevazı bir gidişle.  Yokluğunu idrak etmek çok sarsıcı olsa da şefkatle, iyilikle ve hep tebessümle hatırlanacak sevgili Sevda teyzem (Şener). Ankara’ya gidip görecektim. Ben gidemeden, veda edemeden onun gidişinin haberi geldi. Vedalaşmak istedim. Oturdum albümlerimin başına. 2004 yılında annem ve Sevda teyzeyle gittiğimiz Floransa seyahatinin fotograflarının peşine düştüm. İşte  o sırada albümün kapağını açmamla karşıma çıktı, bir süre gözümü alamadan bakakaldım. Bir anda birçok anı zihnime üşüştü. Anların kıymeti, gidişlerin ağırlığıyla. Öyle bir Temmuz gününde olanca yalnızlığım/ız olanca eksilmişliğimle fotograf beni yılar öncesinde başka başka Temmuz göçlerine gönderdi. Önce onu çektiğim güne.  Fotograf karesinin öncesi de var. Hepsi aklımda. Tuzla’dayız. Leylâ Erbil’in güzel bahçesinde. Çimler üzerinde özenle hazırlanmış, beyaz keten örtülü bir kahvaltı masası. Mehmet ağbi yok. O gün kimbilir hangi sebeple şehirde. Neşeyle başlıyor gün. Kendisine hiç iyi davranmayan bedenine direnen, fiziksel acılara karşı dimdik hatta meydan okuyarak ayakta duran Leylâ Erbil oysa ne kırılgandır. Bir dostun hoyrat sözünden, bir bakıştan, yazmanın sancılarından, anlaşılamamaktan nasıl da incinir. İşte belki de bu minval güncel kırgınlıklardan söz etmiş olabiliriz. Muzip ama yıkıcı olmayan minik dedikodular yapmış olabiliriz. Şimdi burada adını anarak bu üç kadının hatırasına saygısızlık etmek istemeyeceğim haris bir kadın yazarın “ruh üşütmelerinden” dem vurduğumuzu hatırlıyorum.  Alışılmış taarruzlarının alışılmamış ve yıkıcı sonuncusundan söz ettik. Mutlaka Leylâ teyzenin ayağının durumundan, doktorun söylediklerinden ve iyileşme sürecinden bütün ince detaylarıyla bahsetmişizdir. O bahçede o masanın etrafında Temmuz’un bizlerden aldığı üç güzel  kadın, bir de ben. Leylâ Erbil, Tomris Uyar ve Füsun Akatlı.

Sonra mayolarımızı giyip kulübe geçiyoruz. Hep öyle yaparız zaten. Denize girer, sohbete suyun içinde bile devam eder ve günü mutlaka bir rakı sofrasında kapatırız. Tuzla’da deniz sonrası giyinmiş ve taptaze devam ederiz. Denizin yanı başında bir deniz sofrasında. Tadı damağımda buluşmalar, ruh üşümelerinden uzak insanın ruhunu zenginleştiren günlerden biri. O fotograftan kalkıp aklımdaki başka fotograflara yolculuğa çıkıyorum sanki. Bir başka Temmuz günü bir hastahane odasında tüm ağrılarına rağmen acılarını hayatla hafifletme gayretiyle muzip şakalar yapan Tomris teyzemi son görüşüm düşüyor aklıma. Ziyaretine gelen dostlarının sağlığı ile kendiininkinden daha çok ilgilenen, konuşulanlar bambaşka olsa da söz oyunlarıyla kendi durumu ile ilgili bizi teselli eden hali geliyor gözümün önüne. Murathan (Mungan), ben, küçük Turgut (Uyar) hep birlikteyiz odasında. Hasta yatağında bile başucunda duran kitaplardan, çeviriden konuşuyoruz. Boğazımda bir yumru ayrılıyorum yanından. Ertesi gün anneme kahvaltıda anlatıyorum üzüntümü, o hastahane odasında üstüme basan ince detayları. Bir fotograf, kaç mekan, kaç zaman, kaç mutluluk, kaç kırgınlık, kaç özlem? Kaç Temmuz! Kaç ben, kaç biz!

Hiç ben ve hiçlik...

 

4 Temmuz Tomris Uyar ve Füsun Akatlı, 19 Temmuz Leyla Erbil, 22 Temmuz Sevda Şener... Anıları önünde, onlardan öğrendiklerimin minneti ile, sevgi ile eğiliyorum.

 

 


Herkes bilsin