Menu
12 Mayıs 2017

Jehan Barbur'dan baba öyküler!

Işıl Gerek
fotoğraf: Fatoş Yılmaz

- “Ben babamı severim, babam beni severse. Bu kolaydır. Ben babamı severim, babam beni sevmese de. Bu şiirdir. Babam beni seviyor, ben babamı n’eyleyim? Bu büyük bir yangındır. Babamla biz, iki kişiyiz…” (Ferhan Şensoy – Başkaldıran Kurşunkalem)

 

AYKIRI AKADEMİ - SÖYLEŞİ - Işıl Gerek

Şarkıları kadar küçük hikâyeleri ve iç döküşleriyle de ruhumuzu sarıp sarmalayan, bizi yüreğinin ta içinden taşan kelimeleriyle kucaklayan Jehan Barbur, bu kez çok özel bir kitapla bizi baba - evlat öykülerinin tam kalbine çağırıyor. Kendi öyküsünü tamamlamak ve kendinden öte hayatlara bir el uzatmak fikriyle çıktığı bu yolda ona Ali Nesin, Sevinç Erbulak, Barbaros Şansal, Fırat Tanış, Enver Aysever, Serra Yılmaz, Ece Temelkuran, Filinta Önal, Mine Söğüt, Yekta Kopan, Bülent Ortaçgil, Nebil Özgentürk, Sevan Nişanyan, Fazıl Say, Ercan Kesal, Ezel Akay, Atilla Birkiye, Murat Ateş, Tansu Okan, Sait Ali Köknar ve babalarının kıymetli hikâyeleri eşlik ediyor. Kimiyle Gümüşlük’te, kimiyle Şirince’de, kimiyle Kuruçeşme’de kimiyle Yalıkavak’ta, kimiyle ofisinde, kimiyle rakı sofrasında sohbet ediyor. Baba Öyküler’deki her bir kahramanın eşsizliğinin hakkını verirken bizi kendi öykülerimizle benzerlikler kurmaya ve onlarla yüzleşmeye davet ediyor.

 

En yeni heyecanınız Baba Öyküler ile başlayalım istiyorum. Sizi bu kitaptaki evlat- baba hikâyelerinin izini sürmeye iten neydi?

İşin en zor kısmı niye yazdığını anlatmak… Bir sebebi yok aslında. Merak vardı galiba… Erkan Oğur ile Gümüşlük sahilinde bir sohbet etmiştik. Onun sabahında birtakım sebep-sonuç ilişkileri kurarken bulmuştum kendimi. Belki babayı özlemek, kendi babamı… Özlediğim için biraz baba hikâyesi duyma isteği… Çünkü anne, günün sonunda anne yani… Analık çok başka bir şey… Belki kadın olduğum için de böyle hissediyor olabilirim. Ama babalığın çok toplumsal bir tarafı da var. İki kişilik bir oyun, bir toplumsal kurgu… İşte babalığın içgüdüsel olarak algılanması, algılanmaması, gerçekten toplumsal bir vazife mi, niye baba ile bu kadar derdimiz var -hem iyi hem kötü anlamda söylüyorum bunu- yaralarımız neden bu kadar derin… Tüm bu düşüncelerden doğan bir kitap belki de… Bilmem… Asıl sebebi merak, belki biraz kendi öykümü de tamamlama isteği, kendi baba ilişkimi de bir yere koymak ve küçük aklımla bir dönemin sosyopolitik, siyasi ve manevi manevi çizelgesini portrelemeye çalışmak…

Çok tanıdık isimlerin babalarıyla olan ilişkileri üzerine bir sohbet kitabı bu. Bu kitapta yer alan isimlerin bir ortak özelliği var mı? Neden özellikle onları seçtiğinizi merak ediyorum aslında…

Aslında çok daha fazla isim vardı. Ben kesinkes bu isimler olacak dememiştim. Çoğu kişi baba ile ilgili konuşmak istemedi, bunu da çok iyi anlayabiliyorum çünkü bu çok mahrem bir konu. Bu kitapta yer alan isimler, fikri söylediğimde bana ‘evet’ diyen ve çok destek olan isimler. Hikâyelerini samimiyetle paylaştılar. E tabii şu da var. Biraz ulaşabileceğim,  üretimleri ve hayat duruşlarından dolayı benim de hayran olduğum, dolayısıyla özel ve özerk hayatlarında nasıl bir baba ilişkileri var diye merak ettiğim isimler… Bu insanın da bir babası var mı diye kendime sorduğum isimler… Çünkü bu isimler çok özel kişilikler… Nasıl bir annesi, nasıl bir babası var diye merak eder ya insan, nasıl bir ailede yetişmiş acaba diye… Mesela Barbaros Şansal… Onun hem politik hem fikri duruşunu acaba babasıyla olan ilişkisi üzerinden hiç düşündük mü? Yani bu insanlar toplumda lider, öncü figürler olma yoluna nasıl geldi? Bunu sordum aslında. Çünkü bu insanlar sanki hep öylelermiş ve sanki hiç çocuk olmamış, hiç anneleri-babaları olmamış gibi bende bir merak duygusu uyandıran isimler.

Kitabın önsözünde “Emanet aldığım her şeyi yazarak iade ediyorum, hikâye anlatanındır.” diyorsunuz. Bu hikâyeleri dinledikten sonra kalbinizdeki, zihninizdeki ‘baba’ imgesinde bir değişiklik oldu mu? Dinlediğiniz tüm bu hikâyeler ve kitabın hazırlık süreci sizde nasıl bir duygu dünyası yarattı?

Baba imgesinde bir değişiklik olmadı ama bir kere duygusal olarak yoruldum, çünkü böyle terapi gibiydi bir yerde de. Bir de söyleşilere kaptırdığımız zaman çok özele girdik, kahkahalar da attık, gözlerimizden yaşlar da aktı. Ben tüm varlığımla, yüzde yüz orada olmaya çalıştım. Karşımdaki insana bir röportaj duygusu vermek istemedim. Derin ve yorucu sohbetlerdi. Öyle peş peşe, birer saatte yaptığım sohbetler değildi. Eve gittiğimde de üzerine düşündüğüm, sindirmeye çalıştığım bir süreç var. Bir de o insanın anlattıklarını derlemeye çalışırken o insana dair bir tat oluşturmak önemliydi benim için.

Başta siz de söylediniz ya… Hikâyelerdeki samimiyet çok dikkatimi çekti. Konuştuğunuz herkes babasıyla olan ilişkisini, sevgisini, öfkesini, özlemini, anılarını büyük bir açıklıkla anlatmış. Bu hikâyeleri olduğu gibi, en yalın şekliyle yazıya dökmek büyük başarı ama onları bu hikâyeleri paylaşmaya ikna etmek de bir o kadar önemli… Nasıl bir yol izlediniz söyleşilerde?

Ben hiçbir röportaja elimde bir kâğıtla ve hazır sorularla gitmedim. Çünkü hikâyelerini bilmiyordum zaten, aralarında hiç tanımadıklarım da vardı.  Dolayısıyla ben akışı biraz onlara bıraktım. Onlara güven aşılamak gibi özel bir çabaya da girmedim. Bayağı merak ederek, samimiyetle hatta bazen çok sakar sorularla onlara hikâyelerini sordum. Çok kısıtlı bir zamanda yapmadım bu röportajları, rahat ortamlarda sohbet ettik. Hepsine aynı soruları sordum mu şu an tam hatırlayamıyorum ama birçoğuna “anne ve baba arasında bir aşk var mıydı” diye sormuşumdur. Sıklıkla gündelik, çok basit şeyler sordum. Örneğin yemek yendikten sonra evde ne giyilir, ne konuşulur, ne içilir… Misal, Aziz Nesin’i konuşurken, Ali Bey’in onun elma yiyişini anlatışı bile çok basit ama çok özel, bir evladın zihninde yer edecek düzeyde etkileyici bir hikâye bence. Çok sıradan ama bilmediğimiz detaylar da olsun istedim. İşte ‘küfreder miydi’ den tutun da ‘çapkın mıydı’, ‘sizi dokunarak sever miydi’, ‘sevgisini belli eder miydi’ gibi sorulara uzanan sohbetler ettik. Onun dışında onlar anlattıkça sohbetin çok farklı yerlere gittiği de oldu. Dolayısıyla birine sorduğumu diğerlerine sormadığım da oldu.

Bir de siz bu kitabın yazarı ve derleyeni olarak çok geri planda tutuyorsunuz kendinizi, zaten önsözde de buna değinmişsiniz. Bu kitabı yazarken kendi hikâyemi de tamamlamak istedim dediniz. Ama içerikte size dair bir şey yoktu. Bu sizin tercih etmediğiniz bir şey miydi?

Evet, bir gün belki kendi hayat öyküme dair bir şeyler de yazarım. Ama Baba Öyküler’e kendi baba hikâyemi koymak istemememin nedeni şuydu. Bir kere kitabın sanki kendi öykümü yazmak istememe bir bahane olsun gibi anlaşılmasından korktum. Bir de burada önemli olan başkalarının hikâyesiydi. ‘Herkese sordum, bakın bu da benim hikâyem’ gibi olsun istemedim. Bu, saygısızlık olur gibi hissettim. İlla anlatacaksam bunu başka bir şekilde, başka bir fırsatta anlatabilirim diye düşündüm. Ama o sohbetlerde kendi baba öykümden bir şeyler buldum mu? Evet, ufak ufak benzerlikler buldum. Ben baba öykümün çok genel geçer bir şey olduğunu düşünürdüm, normalleştirdiğimi fark ettim. Bu öyküleri dinledikten sonra kendi baba öykümün de pek normal olmadığını hatta biraz ukalalık gibi olacak ama sıra dışı olduğunu anladım.

Kitabın kapağında dedenizin bir fotoğrafı var, Lyonel Makzume. Biraz o İskenderun’daki yılları, çocukluğunuzu paylaşır mısınız?

Evet, annemin babası… Orası da İskenderun… Genelde onun, yani dedemin çevresinde geçen bir çocukluktu benimkisi. Aramızda iki ev vardı ve ben her gün okuldan sonra onun yanına giderdim. Onun hayal dünyasında nefes alır, onunla oyunlar oynardım. Onun kucağında, onun kokusuyla büyüdüm. Akşamları annem ve babamla geçerdi. Annem benim için hala inanılmaz bir figürdür. İskenderun’daki Hristiyan azınlıktanız, ailemden gelen ikinci bir anadil var Fransızca. Arap, Frankofon ve Türk kültürlerini barındıran karma bir kültür içinde geçti çocukluğum. Annem, babam, büyükbabam, büyük halalar ve onlarca kuzen arasında yalnız ve tek bir çocuktum. Evet, ben biraz yalnız bir çocuktum.

Peki, tüm bu çok kültürlülük sizi nasıl etkiledi?

Sanırım bu bana her şeyi olağan karşılamayı gösterdi. Sonuçta yazı yazarken de etrafımda gördüğüm şeylerden esinleniyorum. Gördüğüm farklılıkları gözümde büyütmeden, çok da anlam yüklemeden geçebilmemi sağladı sanıyorum. Belki de ben bu çok kültürlülükten hayatın çok olağan bir şey olduğunu öğrendim. Türk ve İslam kültüründe bir kadercilik var bunu çok bilmiyorum ama bizim kültürümüzde de ‘metanet’ vardır. Yani başımıza gelen şeyleri olduğu gibi alıp, algılayıp, yola devam etmek, mümkünse kuyruğu sürekli dik tutmak, bildiğini çok göstermemek ama bildiğinle hayatını idame ettirmeyi ve nasıl ettireceğini bilmek, bir aile olmak ama aile olurken birey olmayı unutmamak gibi şeyler… Yani bunlar tabii ahlaki öğretiler… Ama beni etkilemiştir. Bir de yine beni çok yıpratmasına rağmen çok öğretisi de olmuştur: Sürekli üretmek ve çalışmak. Bizim ailemizde öyle durağan, boş duran kimlikler pek onanmaz. Ben bunu çocukluğumdan beri hissederim. Yani hep bir meşgale bulmak gerektiğiyle ilgili bir tavır vardı. Dolayısıyla şimdilerde insanın bazen biraz durması gerektiğine inanan bir insan olarak bu beni biraz yıpratmış olabilir ama sanırım öğrettikleri de çok olmuştur.

Sizi ilk olarak müzisyen kimliğinizle tanımış olsak da bir edebiyat tutkunu olduğunuzu biliyorum. Yazmak sizin için nasıl bir serüven?

Bu dediğini uzun zamandır düşünüyorum. Benim yaptığım şey dışarından müzikmiş gibi duruyor ama bana sorarsan benim müzikle ilintim yazmakla alakalı. Çünkü ben müziğe yazarak başladım. Benim şarkılarımı kendim yazıyor olmam bir ayrıntı falan değil; bu aslında külliyen edebiyatla, yazıyla ya da şiirle olan takıntılı münasebetim ve oraya duyduğum tutku. Ve kendim için bir ifade biçimi. Yani bu ha müzik olmuş, ha şiir olmuş, ha şarkı olmuş, ha düzyazı olmuş… Yeri gelmiş bir iç dökümü olmuş, yeri gelmiş başkasının hikâyesine bürünmüş… Ama bunun özü kelime, noktalama işaretleri ve paragraflar… Benim yaptığım her şeyin temeli ve kökü yazmak… Mesela bana birçok insan geliyor, hadi artık bir Fransızca albüm de yap, çok güzel Fransızca şarkılar söylüyorsun diyorlar. Ama bu bana çok uzak geliyor. Çünkü ben kendimi şarkıcı olarak görmüyorum ve benim kendimi ne olarak gördüğüm, dışardaki insanın beni ne olarak gördüğünden daha önemli. Çünkü ben beni mutsuz eden şeyler yapmayı sevmiyorum. Şu anda da bu kadar çok konsere çıkmak beni mutsuz ediyor. Çünkü ben hala kendimi evde, biraz saklanarak yazı yazan, daha geride yaşayan bir insan olarak tutmak isterken işim gereği oradan oraya giderek kendimi ifşa etmek durumunda kalıyorum. Ve bu çok yıpratıcı bir taraftan da. Bugün bu yaşımda şunu daha iyi anlıyorum ki ben tek başıma kapanıp yazı yazmaktan daha büyük keyif alıyorum. Şarkı söylemek çok güzel bir ifade biçimi ama bu böyle çok üst üste olunca benim yalnızlığım çok zedeleniyor. Çok şanslıyım ki dinleniyorum, hayat benden bunu esirgemesin ama yazmak bana çok çok daha keyifli geliyor.

Küçük öyküleriniz de var sizin… Hayata dair, hayatın içinden gelen… Ve bir melodisi, ritmi var sizin yazdığınız metinlerin… Şarkılarınızın ise bir örgüsü, bir karakteri… Yani yazılarınızda müzisyen Jehan’ı, şarkılarınızda yazar Jehan’ı çok net görebiliyoruz… Bu iki kimlik içinizde nasıl bir yerde buluşuyor?

Dediğin gibi bunlar aslında iç içe geçmiş olgular benim için. Müzik dediğinde bende daha çok dinlediğim bir imge oluşuyor zihnimde. Yani müzik bana yaptığım bir şeymiş gibi gelmiyor. Şarkılarım, benim daha çok yazdığım şeyler olarak zihnimde canlanıyor. Yani müzikli hikâyeler gibi… Ama şunu da söylemek isterim. Ben bir edebiyatçı değilim, bu konuda ahkâm kesemem. Sadece hayatla alakalı bir hikâye tutkum var. Eğer hepimiz yaşıyorsak ve öleceksek ve bunları en azından küçücük bir güncede yazarak paylaşmayacaksak, muhafaza etmeyeceksek yaşamış olmamızın anısına hıyanet ediyormuşuz gibi geliyor bana. İşte edebiyat bende burada başlıyor. Bunları anlatınca ya da insanları dinleyince başlıyor. Çünkü insan yaşadığı gibi değil; hatırladığı gibi anlatır. Hatırlamanın da edebi bir adabı vardır. Sanırım benim için böyle bir şey.

“Şehrin yorgunluğundan, şehrin iltimassızlığından bıkmışız da, an’lara sığınıyoruz artık…” diyorsunuz… Ruhunuzu sağaltmak için neler yapıyorsunuz, nelerden besleniyorsunuz?

Vallahi artık hiçbir şey yapamıyorum. (Gülüşmeler) Bak Enver’de de biraz vardır ama ben çok ağır bir panikatak hastasıyım. Sağaltamadığımı hissettiğimde artık biraz bırakıp gitmek istiyorum. Başka bir şansım kaldığını düşünemiyorum çünkü maalesef. İnsan olduğumu hatırlamak istiyorum. Biraz çalışmamak istiyorum ama ne yazık ki ne maddi ne manevi koşullar buna müsaade etmiyor. Ama sanırım can her şeyden daha önemli. Sanırım artık biraz ne yapmam gerektiğini öğrenmem gerekiyor. Çünkü kafa dengemi ve kefemi biraz hoyratça kullandığımı düşünüyorum.

Ülke olarak sıkıntılı zamanlar yaşıyoruz. Şu an sizi en çok düşündüren, endişelendiren, öfkelendiren konu ne? Gündemle nasıl baş ediyorsunuz?

Sebebi ne olursa olsun insanların ecelsiz topraklarda ömür yitirmesine çok öfkeleniyorum ve bu çok toplu bir cevap. Yani kadına şiddetten çocuk istismarına, hak yenmesinden önlemi alınmamış iş yerlerinde hayatların yitip gitmesine toplu bir söylem içinde cevap vereyim: çok öfkeleniyorum. Çünkü vade diye bir kavram varken bu ömür denilen şeyin içinin bu kadar boşaltılmasına, değersizleştirilmesine katlanamıyorum. İnsanların bir hiç uğruna, kim vurduya gitmesine dayanamıyorum. Ne bir insan değeri, ne bir hayvan değeri, ne bir canlı değeri kaldı. Para ve güç dengeleri uğruna bir Ortadoğu ülkesinin cefasını çekiyoruz. Sanata, üretiye gelene kadar, bu kaos ortamının bir parçası olmaktan ve var olmaya çalışmaktan çok yoruldum ben.

Son zamanlarda aldığınız en iyi haber neydi?

Kitabın ilk basımı bitmiş, ona sevindim. O da bu gündemde hak ettiğinden kısa bir sevinç oldu benim için. Yaz geldi diye seviniyorum. Doğayı özlüyor insan. İki ağaç, bir dal görmeyi… Biraz bu haberlerden ve şehir hayatından uzaklaşıp kendimi bir yeşilliğin içine atabilme umudu ve sevinci, annemin sesini her gün duyabilmenin sevinci dışında çok da bir şey bulamıyorum maalesef. Ben kişisel hayatlarımızda kendimizi sağaltmakla mükellef olduğumuzu bunu beceremezsek eğer toplum olarak zaten cinnet geçirmeye beş kala bir yerde durduğumuzu düşünüyorum.

Çok sık hayal kurar mısınız?

Çocukken kurardım. Dün onu düşündüm ben de. Artık kurmadığımı, kuramadığımı… Sanırım yaşadığımız bu ufunetli ortamdan dolayı hayal de kuramıyoruz. Daha çok kötü senaryolar geçiyor zihinlerimizden. Ya öyle olursa, ya böyle olursa… Sanırım artık en büyük hayalim hafif, iyi ve hastalıksız olabilmek… Ama sanırım bugünler için en büyük kelimem: “hafif”.

 

Fotoğraflar: Fatoş Yılmaz


Herkes bilsin