Menu
24 Mayıs 2017

“İyi” liğin filozofu

Reyhan Karaarslan

Murdoch, rastlantısallığa inanan bir yazardır.  Romanları gerçek hayatta olduğu gibi ani gelişen olaylarla ve rastlantılarla doludur. Kahramanları bu rastlantısallıkların sonucunda kendilerindeki eksiklikleri görür, geçmişlerini ve hayatlarını yeniden sorgulamaya başlarlar.

 

20. yüzyılın filozofu Irıs Murdoch, felsefeci kimliğinin yanı sıra yazar ve şair olarak, felsefe ile edebiyat sanatını birleştiren bir bilgeydi.

1919 yılında İrlanda’da doğan Irıs Murdoch, yazmış olduğu 26 roman, 8 felsefe kitabı ve 8 tiyatro oyunu ile çağının üretken yazarlarındandı. İlk romanı “Ağ” yayımlandığında 35 yaşındaydı. 1997 yılında Alzheimer hastalığına yakalandı ve 1999 yılında bu hastalıktan öldü.

Platoncu görüşü savunan Irıs Murdoch, ahlak felsefesinin göz ardı edilmesinin sonucu olarak, bozulan düşünce ve değerler sistemi ile bireyler arasında yok olan iletişimi görüyordu. Toplumun ahlak felsefesine gereksinimi olduğunu savunmuş, bu alanda çalışmalar yapmıştı. Üretmiş olduğu eserlerini ahlak felsefesinin üzerine inşa ederek, bu felsefenin temelini oluşturan “iyilik” kavramı üzerinde durmuştu.

Romanlarında evlilik, sevgi, aşk ve ahlaki sorunları ele almış, insanların ikiyüzlülüğünü, kendilerine bile itiraf edemedikleri, gizledikleri korkuları, kıskançlıkları, ruhlarındaki kusurları göstermişti.

Murdoch’ın felsefeci kimliğini, romanlarındaki karakterlerin felsefi diyaloglarında hissederiz. Bu diyaloglar çoğu kez eserlerine yapay bir hava katsa da, beklenmedik olaylar ve bir dizi ilişkiler ağıyla örülen romanları sürükleyiciliği ile okuru elinde tutmasını bilir.

Murdoch, rastlantısallığa inanan bir yazardır.  Romanları gerçek hayatta olduğu gibi ani gelişen olaylarla ve rastlantılarla doludur. Kahramanları bu rastlantısallıkların sonucunda kendilerindeki eksiklikleri görür, geçmişlerini ve hayatlarını yeniden sorgulamaya başlarlar.

Ahlaki sorunları işleyen ilk romanı “Ağ” da, geçmişinde hayatında olan insanlar ile yüzleşen, çeviriler yaparak para kazanan bir yazarı anlatır. İnsanların başkalarını zihinlerinde tasarladıkları gibi görmenin, hayatlarını nasıl farklı bir yöne doğru götürdüğünü görürüz bu romanda. Londra’da geçen olaylar tıpkı diğer romanlarında olduğu gibi rastlantılar ile gelişir ve insanlar arasındaki ilişkiler bu rastlantılar ile kurulur. Evini paylaştığı kişi tarafından evden atılmasıyla, kalacak yer arayışına giren kahramanız, geçmişte kalan sevdiği kadını bulmaya çalışır.  O, bu arayışı boyunca hayatında olan insanlarla ve kendisiyle hesaplaşır.

“Ama aşk, sahip olmak kaygısını içerir.”

Aşk’daki bu “sahip olma” isteği Irıs Murdoch’ın 1978 de Booker Ödülü’nü aldığı “Deniz Deniz” romanının da temel konusudur.

İnzivaya çekilmek için deniz kenarında bir kasabayı seçen tiyatrocu Charles Arrowby, kasabada yıllar önce nedensizce terk edildiği ilk aşkıyla karşılaşır ve sonrasında geçmişteki aşkın peşinden saplantılı olarak gider. Bu saplantı hali, terk edilmişliğin açtığı yaraları kapatma isteği, kırılan gururun onarılma ihtiyacının dışında aynı zamanda sahip olunan bir şeyin kaybıyla oluşan boşlukla başa çıkamamadır. Kaybedileni tekrar kazanma isteği ile çetin bir mücadeleye girilir. Aşk adına girildiği söylenen bu mücadele gerçekte aşktan çok uzaktır. Kişinin, yere düşen gururunu ayağa kaldırılmak istemesinden başka bir amacı yoktur aslında. Gururun bu kadar önemli olduğu bir yerde hiç aşktan bahsedilebilir mi?

Iris Murdoch sevgi, kıskançlık ve sahip olma duygularının insanları nasıl değiştirdiğini romanlarında sıklıkla bizlere gösterir. Mutsuz evliliklerden bahseder.

“Yürüyen bütün evlikler korkuya dayalıdır.”

Evlilik bir zorunluluk olma durumuydu ve Iris Murdoch bu zorunluluğa karşı çıkıyordu. Ona göre zorunluluk durumunda özne, bir başka özneyi nesneleştiriyordu. Evlilik kadının nesneleştirilmesiydi.

“Gözyaşı esastır, insan doğasını kaz bakalım, altından ne çıkar? İster tekmeyi basmana ister saklanmana neden olsun; kötücül, hain, egoist korku. Evliliğe gelince, insanlar egemen olan ve boyun eğen konumlarına alışırlar. Elbette kimi zaman “birlikte olgunlaşır” yahut “bir uyum kazanırlar”, çünkü hayatındaki korkunun kaynağıyla mantıklı bir şekilde başa çıkman gerekir. Tahminimce son derece az sayıda mutlu evlilik var, sadece insanlar sefilliklerini ve hayal kırıklıklarını saklıyorlar.”

“Deniz Deniz” de Charles Arrowby’nin saplantılı bir şekilde peşinden koştuğu Hartley mutsuz evliliğinin esiri olan, sonucu değiştirmek adına iradesini kullanamayan bir kadındır. Evlilik bir hapishaneydi ve insanlar da bu hapishanelerden çıkma şansları olsa bile orada yaşamaya devam edebiliyorlardı. Hartley de onlardan biriydi, kapatıldığı hapishanede kalmayı tercih ediyordu.

Bir diğer romanı olan “Rüya Sakinleri” nde ise ölüm döşeğinde olan yaşlı bir adamın geçmişini sorgulamasına şahit oluruz. “Tanrı” ve “ölüm” kavramlarının da sorgulandığı bu romanda, çapraşık aşk ilişkileri, kıskançlık ve sevginin dönüştürücü gücünü anlatır Murdoch.

“Tanrı’yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi, aslında belki de O gökyüzüydü, küçük çocuklara karşı tamamen bir iyiliksever, koruma, şefkat demekti.”

“Bence Tanrı ölümdür. Evet öyle. Tanrı ölümdür.”

Tanrı ölümdü ve ölüme yaklaşırken insan başka bir şeye dönüşüyordu. Bu dönüşüm romanda ölümü bekleyen yaşlı Bruno’nun bedeninde de görülmeye başlanmıştı.

“En sonunda insan bir canavara dönüşüyor. Artık insanları korkutuyorum; canlarını sıkıyor, onları dehşete düşürüyorum, farkındayım. Bundan böyle dünyadaki hiçbir şeyi değiştiremem.”

Bruno tüm yaşamının bir rüya olduğunu düşünüyordu. Hayat bir rüyaydı ve herkes bir başkasının rüyasında yer alıyordu. Artık onun için, bu rüyadan uyanmanın zamanı gelmişti. Ölüm gerçekten bir uyanış olabilir miydi?

“Yaklaşık doksan yıldır yaşıyorum ve hiçbir şey bilmiyorum. Doğanın korkunç ritüellerini seyrettim ve kendi varlığımın basit içgüdüleri içinde yaşadım, şimdi sona geldiğimde bilgelikten eser yok. Benimle bu küçük zavallı yaratıklar arasında ne fark var? Örümcek ağını örer, o kadar. Ben bilincimi örüyorum, bu konuşma tiryakisini, çok yakında sesi kesilecek bu aylak gevezeyi. Ama hepsi bir rüya. Gerçeklik çok zor. Hayatımı bir rüya içinde yaşadım, şimdiyse uyanmak için çok geç.”

Iris Murdoch, romanlarında bize kendi dünyamızın kapısını aralar ve o kapıdan kendimizi izletir. “İyilik”e ulaşmak için önce kusurlarımızla yüzleşmemiz gerektiğini öğretir. Sorular sordurtur. Samimiyetle verdiğimiz her cevap sonrasındaysa bizi “iyilik” e bir adım daha yaklaştırmış olur.

 

 


Herkes bilsin