Menu
14 Mayıs 2017

Şiirli Bahçe - III - ŞÖLEN

Feridun Benden
 

Gün ışırken, henüz aydınlık karanlığın içinden çözülmeden önce, dişisine pes seslerden başlayıp, onu etkilemeye çalışan –tiik, iik, ik-lemeleri giderek tizleşen melodi oyunlarına yönelen erkek bülbül, Neyzen’in tepesine sarkan yapraklar arasındaki dala, Kur’Ağaca şaşı bakarak, asılı kaldı. Neyzen, Rast Makamı Taksim’ini üflemeğe koyuldu, soluklandı: “Öt, hadi öt(!) kim önce uyandıracak güneşi? Bak bu, Euripides’in sevgilisi Orpheus’un gitarı değil; Fuzuli’nin “Ney-i bezm-i gamem ey mâh ne bulsan yele ver/Od’a yanmış kuru cismimden hevâdan gayrı” beytindeki, gam meclisinin ney’i(!) sözcükleriyle serzenişte bulundu.

Bülbül: ‘Aşkı, şarapla akşamdan demlemiştir, USTA!’ diye düşündü; hüzünlü notalarını tweetlerken, dişisinin yanıtı, (başını dışarı çıkardığı Kur’Ağaç’ın kovuğundan) Madam Butterfly’ın ‘Un bel di Vedremo’ şarkısıyla çıkageldi! Tizden başlayıp –tsilip silip…- diye ‘silip ilip lip ip p…’leyerek peslere indi, sonra yine tizlere çıktı; Neyzen’in yüreğini kanattı: ‘Ah eden benim bu saat kuytuda!’- Çamlıbel’e nazireyle- ağlamağa başladı!

Üstad Yavaşça, sabaha karşı bestelerken: “Boş yere ömrü tükettim, dem-be-dem âvâreyim” rast şarkısını, Neyzen’in yenildiğini hissetti, bülbülün üçlü dörtlü atlayışlarına…

Neyzen, okkalı ‘Hastir!’ çekti kendisine; üflemeyi bırakarak: “Sen kimsin ki, doğayla yarışacak (?!) zavallı çamurdan yaratılmış Ademoğlu! Yaratıcı; sesleri taa derininde duymadıkça onları üfler mi sanırsın?”.

Karmakarışık, beyaz, kirli saçlarında parmaklarını dolaştırdı: “O da İbrahimî (Halkın Babası!) dinlerin iktidarı için söylenmiş; savsata, saçmalık!” diye fısıldadı ve sürdürerek; ‘Sanatçı, sık sık aşka tutulur, her sevda yeni bir dize, notalar cümlesi, edebî paragraflar olarak ak kâğıtlar üzerine dökülür ya da mermere can verir; Michelangelo, çekicini yontusunun suratına fırlattığı an dilinden dökülen: “Konuşsana MOSES!”  nidasıyla yarattığı karşısında sarhoş olur!’

Renk, şiirle oynaşan tablolara dönüşür ya...

Aynı seslerin giderek hızlandığı ve kaosa varan tınılarıyla (Big bang) özdeşleşen, düşüp kalkmalarımı anımsatan L’Arlesienne Suit’tir bendeki nefes!!!”

Dişinin karşılığı, erkeğin ikinci cümlesine feminist kızgınlıkla: “Rast Makamı” -marş edası- ‘Dişiler yarım değil, tam kadın dölü kadın(!) Lilith kızlarıdır!’ yanıtına, Neyzen: Senin şu kıçı kırık ‘Rast Taksim de ne ki(!?)’ sözleri saçıldı orta yere…

‘Bugün de sert esecek rüzgâr, şölenin misafirleri arasında; hayırlara vesile olur inşallah(!)’ diyerek, Sinan Paşa Camii Müezzini’nin Sabâ Makamı Ezanı’na, Sabâ Taksimi’yle eşlik etti.

Âşık iki bülbül düetlerini sürdürürken; Neyzen, onları tekrar dinledi, yeniden ‘Hastirr!’ patladı dudakları arasından; “Midas’ın müzik kulağı yokmuş! Seçiminde Pan’ın tarafını tutarak popülist davranmış (İktidarların dinci söylemlerini oya tahvil etmiş!); oysa Apollon’un sessiz Lir’inin melodilerini duymayı bilen kulaklarla doğayı işitseydi; üst aklı içinde duyar; ve onu seslendirirdi. Tarihin yazgısı değişebilirdi böylece(!?)

Neyzen’in sitemi onları susturdu; bu kez Ferahnak Taksimi’ni üflemeye koyuldu. Bülbüller şaşkaldılar, birbirlerine bakarak: “Müziğin, ‘İnsan’ üfleyişi olduğuna ve iki sınır arasında kalan, sonsuzdan, geldiğine, Neyzen dahil, karar kıldılar!

 

‘HİÇ’in varlığını hissettiren seslerden dolayı Neyzen adıyla onurlandırılan Sansaryan Han’ı Misafiri(!)

Muğla’nın Bodrum İlçesi’nde, Hasan Fehmi Bey ile Emine Hanım’ın ilk göz ağrıları olarak Kutsal Kitabın “OKU” emriyle başlayan ilk ayeti yanına, Tevfik, derkenar notuyla, 24 Mart 1879 Pazartesi gününü düştüler. (Böyle değilmiş(!); Alpay Kabaçalı’ya göre; 14 Haziran 1879!). Daha sonra, 2 Ocak 1935’de yürürlüğe giren Soyadı Kanunu’yla Tevfik Kolaylı olarak T.C. nüfus kütüğünde yerini buldu. Ney’inden çıkardığı gönül okşayıcı, mest edici, ‘HİÇ’in varlığını hissettiren seslerden dolayı, Neyzen ön adıyla onurlandırıldı.

Abdülhamit zulmünün çocuğudur: Onun Ağzından Bir nutk-ı Hümayun Gazeli’nin dördüncü beytindeki: “Nerde Cengiz Engizisyon, nerde Haccac ü Yezid?/Nerde Timur, Hülâgû, nerde ecdâd-ı izâm?”, tutturmuşken okumayı biraz daha sürdüreyim: “Nerdedir Seddâd ü Nemrûd, nerdedir Ad u Semûd?/Her cihetçe zâliman-ı dehre ben oldum imam!” dizeleriyle;  Mezalimi anlatmış; Hayyam, Nef’î ve Eşref’le yarışacak denli başarılı olmuştur.

Cumhuriyet karşıtlarına aynı dille saldırmış, alay etmiş, dalga geçmiş, sahtekâr iç âlemlerini: “Elde tesbîh-i riyâ. Dilde beyân-ı tezvir,/’Meclis-i hâs’da bâzîçe-i Şeytan gibidir.” beytinin sahibi, Eşref’le yarış ederce: “Kâbe’den maksadın varmaktır yâre,/Kör gibi tapınma, kara duvare/Hızır’ı ararsan kendinde are/Bulamadım gibi rezalet etme.” dörtlüğüyle, ipliklerini pazara çıkarmış; Ömer Hayyam’ın: “İçin temiz olmadıktan sonra/Hacı hoca olmuşsun kaç para/Hırka, tesbih, post, seccade güzel:/Ama Tanrı kanar mı bunlara?” Rubai’sini Türkçe’ye kazandıran S.Eyüboğlu’nun çevirisini anımsatırca: “Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden,/Softalık zorlu anırtı ile yeniden aldı yürüdü;/Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yine/Yurdu şâhâne cehâlet yeni baştan bürüdü.” dörtlüğüyle Hayyam’a katılır.

Haksızlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa: “Câh-ü mevki-i kârı çok oldu gözümden düşeli,/Bunların hiçliğini ben bilerek öğrendim./Şimdi de kalmadı nakdin nazarımda kadri,/Kirli ellerde görünce, paradan iğrendim.” sözleriyle taşı gediğine koyar.

Yozlaşmaya karşı: “Kim demiş bizde bir demokratik idare yoktur,/Ne demek, olmasa elbet dışarıdan alırız!/Sırredip karne usulüyle o gümrük malını,/Karaborsaya verir, biz bize benzer kalırız.” deyişiyle, tam da yerini buldurur.

Baş jurnalcisi, Ziya Şakir ve avenesi, bu dilin cezasını ona kesmiş, zaman zaman Sansaryan Hanı’na misafir(!) edilerek ödetilmiştir kendisine. Bu jurnallerden arkadaşlarına gelecek zararı sezdiği için onlardan uzaklaşmış, Beyoğlu meyhanelerinde yenilerini bulmuştur. Hele sorayım ona; bu zulmü layık görenler tarih kitaplarının hangi sayfalarında yerlerini bulmuşlardır? Söyleyeyim, onun ağzıyla: “Tarihin zifos çukurlarında(!)”, ne demişti bir büyüğümüz(?): “Türkiye, bağırsaklarını temizliyor(!), oysa halkın deyimi: “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme” sonra kakarlar, boş konuşmaları kafana…”

 

Usta ve çırağının kelle koltukta yürüyüşleri...

Neyzen, çocukluğunda da yaratıcıdır; arkadaşı Avram Galanti: (4 Ocak 1873 doğumlu, öyle fasulyeden biri değil(!), Musevi asıllı eğitimci, siyaset adamı) “Taze söğüt dallarını keser, biçer; kendi çalacağı Ney’ini icat eder, onu çalarak çevresindeki arkadaşlarına parmak ısırtırdı.” der.

Babası pişman mıdır(?) bilemem! Dinî farizâlarını yerine getirdikten sonra Tepecik Camii’nin yanındaki kahvehanede, baba; soluklanma, dostlarıyla hoşbeş etme keyfini sürerken; oğlan, oradaki dervişlerin ney üflemelerine âşık olur – çıkar ve avanta için insana değil! –

Vakit erkendir deyû, babasının itirazları nedeniyle sevgilisine uzun süre kavuşamaz, çok sonra(!) 12 yaşında, Mecnûn’un Leyla ile karşılaşmasındaki: “Sen benim Leylam değilsin!” dizesine aldırış etmeden, Urla’da, Neyzen Berber Kâzım’dan el almayı güle oynaya kabul eder ya; babasının olmazlamasına epilepsi (sara) hastalığı yetişir; annesinin himmetiyle İstanbul’un yolu tutulur. Araya taraya ‘Pepo’ adlı doktorun yolu bulunur; hastalık için çare: “Fazla üzerine düşmeyin, bırakın hoşlandığı şeyleri yapsın!” sözleri, Tevfik için: ‘Bundan iyisi Şam’da kayısı!’ olur.

‘Ney’iyle gezer tozarken, baba, oğlanın avareliğine dur der; zira kendisi Rüştiye Mektebi hocasıdır; oğlunu aşk-meşke bırakacak değildir; hani kızı, kendi başına bırakırsan, ya davulcuya (Bir büyüğümüzün kızının gittiğini biliyoruz!) ya da zurnacıya gider hesabı; adam olsun diye İzmir Yatılı İdadisi’ne postalar. Ruhu yine kaçak yapar; pat pat yerlere serilmeğe başlar. İnsan kendi kendinin doktoru olmalı, söyleminin peşine düşerek, İzmir Mevlevîhanesi’nin yolunu tutar.

Bu kez, Ziya Paşa’nın: “ Bî baht olanın bağına bir katresi düşmez,/Bârân yerine dürr-ü Güher yağsa semâdan.” (Bunun argodaki Türkçe karşılığını söyleyemiyorum(!)Neyzen değilim ki!) kehaneti tutmaz; bakın onun bağına düşenlere: Tokadîzâde Şekip, Tevfik Nevzat, Ruhî Baba veee Şair Eşref! Gelsin yabancı diller; başta Türkçe (Nice büyük büyük yazarların çeviri Türkçe’sini hatırlayın!), Arapça (İsmi lazım değil liselerden mezun olanları düşünün(!) ezbere okuyabildikleri âyetlerin ve Türkçe terceme(!) –doğru yazılmıştır-lerini), Farsça (Paylaşılamayan Mevlâna Celâleddin-i Rûmiyi hatırlayın!) öğrenir. Kuşku duyar: “Nasıl meb’ûs olurlar iptidâî görmeden tahsîl?/deyenler beyt-i âtiyi duyup az çok emin oldu:/Mahâkimden kıyâs et, sanki meb’ûsân-ı asrın da/İçinden altısı hey’et, kusûru sâmiîn oldu.” dizelerinin sahibi Eşref’i okuduktan sonra, onun ustalığına parmak ısırır ve böylece (Usta Çırak) ilişkisi onları bağlar.

Eşref’in dörtlüsünü günümüz Türkçesi’ne çevireyim; öğretilmeye başlanan Osmanlıca, henüz dilimize tam oturmadı; oturduğunda, Mevlam güzel eyleyecek, kuşaklar arası anlaşılmazlık için çeviri yapacak genç işsizlere geçim kapıları sonuna dek açılacak(!) gayretkeşlere buradan selam gönderelim; hele bakayım dağarcığıma:

“Nasıl vekil olurlar,-siz bildiğinizce düşünün!- ilkokul eğitimleri bile olmadan/Diyenler, aşağıdaki ikili dizeye bakarak eminmiş gibi görünürler/Mahkemelere atananlara bak,- yüksek mahkemelerde kısa aralıklarla yapılan değiştirmeler VE atamalar!- karşılaştır, sanki zamanın vekilleri/İçlerinden altısı bakan, kalanı oldu parmak kaldıran.” değişen ne(?) yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde!

Usta ve Çırağı, Nef’î’nin: “Tahir efendi bana kelb demiş/iltifadı bu sözde zahirdir/malikî mezhebim benim zira/itikadımca kelb Tahir’dir”e benzer hicivlerini dillerinden düşürmezler, kelle koltukta yürüyüşlerini sürdürürler, (Beraber yürüdük biz bu yollarda,/Beraber ıslandık yağan yağmurda) şarkısı değildir bu!

İlk mahlâsı ‘Zarrî’ (zararlı) olan, sonradan Gelibolulu Müverrih Ali’nin yararlı anlamına gelen Nef’î’ye saldıranların: “Gökten nazire indi ‘Sihâm-ı Kâzâsı’na/Nef’î diliyle uğradı Hakk’ın belâsına.” (İkilisi altında ‘La Edri’ yazar ya, bilinmeyen demekmiş, ama araştırsanız bu nam ile anılan kişi de varmış, bu şekilde çalışana; ‘araştırmacı gazeteci yazar!’ denirmiş, haydi siz de, düşün okuduklarınızın peşine kim bilir günün birinde bu payeye erişirsiniz!) söylemi, hayatları boyunca, boyunlarına sarılı hamayıl: (Aman Allah! Hilmi Yavuz’un Nazım’ı çağrıştıran, şu dizelerine bakın: “Ölümlü” masmavi bir hamayıl/gibi boynunda taşıyıp/gözleriyle bir acıya kalebent/olmanın korkunç şiiri) olacaktır, ‘Bedreddîn Üzerine Şiirler’ kitabını anımsayarak kendisine geçmiş olsun diyelim.

Vee… 13 Mart 1898’de, diğer başvuru metnine göre 30 Nisan 1898 ve 18 sayılı Muktebes Dergisi’nde, (Tarihlemede buncacık hata olur, geçin! Sanki doktora öğrencisiyim(!); şimdi, kim arayacak arşivlerde sayısız belgeler arasında adı geçen dergiyi; üstelik Osmanlıca.

Bir defasında başıma gelmişti; bir dostumun ricası üzerine büyük boy, tuğla kalınlığında yazılacak belgesel kitapta Sadrazam Tevfik imzalı, Mehmed Vahdettin’in İrade-i Seniyesi’yle hazırlanmış Nizamnamesi’nin Osmanlıca karşılığının Latince Türkçesi’yle uyuşmadığını söylemiştim; muhatabım inanmazca ve kuşkuyla bakarak, metnin … camiinin baş imamınca çevrildiğini yüzüme tokat gibi vurmuştu ya! Sonradan anlaşıldı ki, dikkatlerini çektiğim kaza,-değil ‘Siham-ı Kaza’- kitabın prova sayfalarındaki karşılıklı dizilişlerinin karışmasından kaynaklanmışmış!? ) Urla Mektebi Rüştiyesi Muallim-i Evveli Hasan Efendi’nin mahdumu Tevfik imzalı ilk şiiri hayat bulur! Fuzulî’nin etkisiyle yazılmış, Gazel’in İlk dört dizesine göz atalım: “Dilşikârım! Sen esir ettin dîl-i naşâdım!/Şivekârım! Levhâ-i hüsnün gönül sayyâdı mı?/Düştüğün günden beri gafletle hüsnün dâmına,/Eyledim eflâke i’lâ âhımı, feryâdımı!” der.

Neyzen’in yirmilerindeki vurgun yemişliğini, becerebildiğim kadarıyla çevirmeğe çalışayım: “Gönül çelenim!  Esir ettin mahzun gönlümü!/Cilvelim (işvelim)! Kalbimin avcısı mı güzelliğin?/Gafletle, güzelliğine vurulduğum günden beri/Göklere yükselttim âhımı, feryâdımı!” demek ki, XIX. yüzyılın sonu karabahtlısı, böyle hissediyormuş aşkı sevdayı ya; şimdilerde rastladığım, basit bir köyün aile çay bahçesinde, önlerinde uzanan açık denize yakamozlar bırakmış dolunayın insanı sarhoş eden görüntüsü yerine, başları öne eğik (Dört buçuk)larıyla oynamayı seçmeleri, aşkın ne denli ucuzladığını seriyordu ortaya!

Babası öğretmendir, başıboş gezen on dokuzundaki oğlanın ne kendisine ne de ülkesine yararı olur düşüncesindedir; bu kez de İstanbul’a medrese tahsiline (Ayıptır söylemesi, şimdilerde, neredeyse tüm ortaöğretim bu amaca yönelmiştir; nerden anlıyoruz ‘PİSA’ sonuçlarından!) gönderilir.

Neyzen, medrese yerine Galata ve Yenikapı Mevlevîhane’lerinin yolunu tutar, daha önce gördüğümüz Ziya Paşa’yı şaşırttığı yetmemiş ki, Nostradamus nam, çıkmayan kehanetleriyle ünlü, dünyayı şaşırtan adamı da kıç üstü oturtacaktır.

Mehmet Âkif’le tanışıklığı ve dostluğunun güzelliğiyle, Neyzen’in hayatına: Edirneli Kocabaş Arif, Tanburî Aziz, İzmirli Hafız Ahmet, Hersekli Arif Hikmet, Halide Edip, (Sayayım mı daha? Say say diyorsunuz ya, askerlik yapanlar bilir, yapmayanlar öğrenir: acemi eğitimde, moral için gelen dansöze; “Aç Aç!” diye tempo tutulurdu bir zamanlar; hayali, ömre değer gençliğimde!) Ahmet Rasim (Adı geçenin ricasıyla Ma’lumat Gazetesine şiirleriyle katkısı olmuş; ancak adı’İbnü’l Fehmi Mehmet Tevfik’e tebdil edilmiştir), Babanzâde Naim, İbnülemin Mahmut Kemal, Uşşakîzade Halid Ziya, Ahmed Haşim, Tevfik Fikret, Tanburî Cemil, Kemençeci Vasil, Yunus Nadi, Udî Nevres, Hacı Ârif Bey ve daha niceleri yağmur damlalarınca düşecek ve Dr. diploması verilecek, bir kez daha Ziya Paşa utanacak; ne demeyedir tüm bunlar: Hayat Dar-ül Fünûn’u belgeleridir, yabancı ülkelerde alınmış, hatır gönül adına ya da parayla verilen Dr.ünvanları değildir!

Sonrasında gelsin plak çalışmaları; ama rakı aşkı yok mu(?)ah ah(!) kehanet doğru çıkacak galiba, aceleciliğim Ziya’ya ve Nostradamus’a özür borçlu olduğumu söylüyor! Giderek azalan turistlerce, çalışmalar aksamağa başlar üç beş plak dökülür plakçı dükkânlarının kapısına…

Azâb-ı Mukaddes (1949) adlı kitabında beni yalanlarca, sayının yüze ulaştığını söyler, bencileyin şom ağızlıların da, çanına ot tıkar(!) hiç çalmasın diye!

Hayat biter yol bitmez hesabı: Neyzen ünlü olmuştur! Köşklerin, konakların, yalıların, savaş zenginlerinin kâşanelerinde üfler üfler üfler… Çok mu para kazanmıştır(?), İsmet Paşa söylemiyle: “Hadi canım sende!”

Nedim’in kasidelerindeki methiye bölümü, davet edildiği mekânlarda küfre dönüşür…

50’lerde Yeşilçam dünyasına düşer…

Art arda “Onu Affetim” ve “Ağlayan Şarkı” adlı filmlerde-görmüşlüğümle ‘Selçuk Altunca’ övüneyim (!)- rol alır ya, düşündüğünüzce(?) değil; para, nanay!

Bu arada önemli kişilerin ısrarlarına boyun eğer; ölümünden bir yıl önce, 1952’de Şehir Komedi –gerçekten de komedidir- Tiyatrosu’nda jübilesi yapılır… 

Ney’in hüznü hiç bitmez...

Filmi geri saralım; sözünü ettiğim medreseden de kovulur (1901); sonradan şeyhülislam olacak Musa Kâzım Efendi’nin yardımıyla edebiyat dünyasından nasıl çıktıysa oraya öyle düşer! Şair Şeyh Vasfı, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci yeni tanışları olur; sözünü ettiklerimle cem edilirse tahsilini ordinaryus derecesiyle tamamlamış sayılır!

Zamanın o günkü ruhuna göre: “Ne demekse hiç anlamamışımdır(!) şu Alman’ın; ‘Geist’ (Phanomenologie des Geistes)-Tinin Fenomolojisi- sözcük/sözcük grubunun, olur olmaz her yerde kullanılışını!”, özetlersek,-bakın, bendeki ne bilgi ama(!)- Kant’a göre: deneyi yapılmamış (bağımsız) olan formların malzemesi, içeriği insandan bağımsızdır, dışarıdan gelir; Hegel ise, bilginin formları kadar, içeriğinin de zihnin eseri, ürünüdür” der, ya; Kur’Ağaç olarak Neyzen’e bunu sordum: “yıllarca aynı bahçeyi kendimize mesken tutmamışız sanki benden yanıt bekliyorsun; çek sifonu gitsin, gerisi kayıkçı kavgasıdır; canlısın hâlâ, sana öğüdüm, insanın özüyle uğraş, boş şeylerin peşinde koşma! Bunları felsefeciler tartışsın, bunama yaşına gelmişsin; git, sefil sesler çıkardığın uduna, sevgiyle sarıldığın zaman çocuk doğacaktır, ’UNUTMA’, işte zamanın ruhu budur!”

1902’de Sütlüce Bektaşi Şeyhi Mümin Paşa’dan nasiple Bektaşi dervişliği payesini alır; bu inancı benimser ve sürdürür ömrü boyunca…

XX. yüzyılın başları, Başkent (İstanbul), yaşanılası yer değildir; 13 Ocak 1902 (Çoook karışık şu tarihleme meselesi; deniliyor ki, 31 Ocak 1902’de İzmir’e, ardından Kıbrıs’a, Larnaka’da valiye Ney resitalinden sonra, Mısır’a varmış (1903); Odysseus’un maceraları sanki!) Perşembesi’nde “Mesajeri” adlı vapurla tekrar Mısır seferine çıkmış, Ustası da yanındadır, diyorum ama! Eşref, evindeki “Evrâk-ı Muzırre” (Zararlı Kâğıtlar) nedeniyle 1902’de mapus damında kiracı olarak bulunmakta; bilgi, Cevdet Kudret’in ‘Eşref Hicviyeler’ çalışmasından intihal edilmiştir!

Ustası, bugünün deyimiyle bürokrattır, Manisa Tahrirat Kalemi’ne mülâzimlik göreviyle adımını atmış; Turgutlu Tahrirat Kâtipliği, Akçahisar, Alaşehir Malmüdürlüğü; (Okuduğunuz gibi giderek ünvanları yükselmektedir USTA’nın; Yalnız, Parelel yapılı ve Fetöcü değildir, farklı olarak(!) bileğinin hakkıyla, KPSS’ye bulaşmadan!) çeşitli kasabaların kaymakamlıkları ve Adana Vali Muavinliği görevlerini de zamanla yüklenmiştir.

Anlaşılıyor ki onunla buluşması 1903 yılı olmalıdır ve Eşref’in; Deccâl, Şah ve Padişah, Hasbihâl, İstimdâd gibi verimleri Abdülhamid istibdadına karşı etkin yayınları olmaktadır.

Niye anlattık şimdi bunları diye soruyorsunuz, haklısınız; zira Neyzen’in dudağında Ney’inden başka şey yoktur; O da tutar, arkadaşıyla, Manisalı İzzî Dede, Neyzenler Kahvehanesi açar. Hani yakışır da…

Özbekiye Çay Bahçesi, mey’inin yanında Ney’inin de güzelliğine işaret eder; yeni plaklar doldurur (Sayısını söylemeyeceğim, birkaç paragraf önce ot tıkanmış çanım çalmıyor şimdi!).

Eh, sanatçıya ilham veren biraz da kadınlar değil midir? (Öyledir de, umutsuz sevdaların bedelini ödemenin pahalı olduğunu öğrenmiştik.) Ceylan gözlülerin bakışı çok tehlikelidir; alımlı, işveli, cazibeli, balıketli, orta boylu, esmer, başörtüsü altından fırlamış, alına doğru akıtılmış perçemi ve yirmi beşlerinde yapayalnız Neyzen! Vee Lübnanlı FERİDE Hanım sahne alır hayatında…

Bundan iyisi can sağlığı, diyorum ya; rakı(!), hayatı ballandırır da, isot (!) (acı biber) da olur, yaşantımızın tam orta yerine pisler, kısacık süre dolar, tinsellik ve tensellik başlar başlamaz biter; Ney’in hüznü hiç dinmez…

Araya şunu da sıkıştırayım: 1910’da, annesinin ısrarları, diğerlerinin olmazlamaları karşısında Cemile Hanımefendi ile hayatını birleştirir; kayınbabasının işe el koymasıyla Ney’inden sonra biricik sevgilisi; kızı, Leman!(Bu ad yine karışık! İlhan Turalı’nın özel arşivindeki gazete küpürü belgesine göre, İkbal(!)miş…) anasıyla hayatından sonsuza dek çıkarlar, diyorum ya; bu da öyle değilmiş, son nefesinde hayat boyu yalnız yaşamış olan babasının yanı başındaymış İkbal!)

Neyzen, kötü öğretmeni, rakı sayesinde ilelebet sınıfta çakmış ‘Ordinaryus’ olarak, derbeder hayatını sürdürüp durmuştur…

Ancaak(!)altmışından sonra bir tutulur ki aşka; Yesari’nin: “Sonbaharı Bir Genç Kızla Hisarlar’da Geçirdim” dizeleri özlemiyle ve kendisini taşlayarak: “Müptelâyım, deliyim, sinmişim esrâr-ı neyi/Altmışından sonra cânâ/Bir taraftan câm-ı aşkın, bir taraftan meyle ney/Körkütük, zil zurnayım; sâki fitil ettin beni!/Sarhoşum, kör kandilim, yandım o mavi gözlere,/Altmışından sonra cânâ BOB-STİLL ettin beni!” daha ne desin(!), yalnızlığın içi burkan, girdaplanarak derinlerde hissedilen ahusuna? Dizeler Sabâ makamı, Türk Aksağı, 5:4’lük değerlerle bestelense diyorum; haydi bestekârlar iş başına!

Mısır’da geçirilen altı yıl; sade hayat süren, seksenlere ulaşmış insanın ömrüne bedel sayılsa yeridir derim. Silahlar mı patlamamıştır? (Cin mısırı değildir) Birkaç aylığına mapus damında ziyaretçileri mi olmamıştır?

“Türk Aydınları’nın Mısır Hidivi, Abbas Hilmi Paşa, Hakkındaki Düşünceleri’dir” makalesi gazetelerde yerini alınca tutuklanma kararıyla arananlar listesinde yerini bulur; ‘Bektaşi Kaygusuz Sultan Tekkesi’nde soluklanır ve paçayı kurtarır; 24 Temmuz 1908, II. Meşrutiyet ilânı, arayıp da bulamadığı Leylâsı olur…

Önce İzmir’e uğrar; 8 Ağustos 1908’de İstanbul’a geçer; Çemberlitaş civarında, hanın birine kiracıdır. İttihad Terakkî’den çok şey bekler ya; (bekleyen derviş ayvayı yermiş hesabı) Hüseyin Kâmi tarafından beş bölümlü yazılan ve Ferah Tiyatrosu’nda oynanan “Sabah-ı Hürriyet” oyununun yasaklanması, onun kısa süren özgürlük balayını noktalandırır; kızgındır, bir ahbabı, olaya müdahale etmeyen tanıdığı İttihatçı için ne düşündüğünü sorar: “Kime sordumsa (seni) onu doğru cevap vermediler;/Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler./Künye(ni)sini almak için partiye ettim telefon,/Bizdeki kayda göre, şimdi mebus dediler.” dilinden yuvarlanır…

Biraz tarih: asırlık çınar, Halil İnalcık, (Altmışlı yılların başlarında karşılaşmış mıydık?) Hocaların hocasını, yâd ederek:

Yıl,18 Haziran 1914, henüz Harb-i Umumî patlak vermemiş.

Avusturya Veliahtı Arşüdük Franz Ferdinand, Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’ın mermilerine hedef olduğu an… (Daha anlatacak çok şey var amma yıllar önce hocalığa veda ettim!)

10 Ağustos 1914 öğle sonrası, İngiliz Komutan, Amiral Ernest Troubridge yönetimindeki Indomitable ve Indefatigable adlı kruvazörlerin önünden kaçan; her ikisi de Alman yapısı olan Goeben (Yavuz), Moltke Sınıfı ağır kruvazör; Breslau (Midilli), Magdeburg Sınıfı hafif kruvazör; Koramiral Wilhem Souchon komutasında, Çanakkale Boğazı’nı apazlayarak art arda geçiş yapmakta. Goeben’in Pruvasında Alman komutan; başı dik, sol elinde dürbün, muzaffer komutan edasıyla (Oysa İngiliz Amiral Troubridge’den sıvışmaktadır; birincisi başarısızlığından dolayı Askerî Mahkemede yargılanır; öteki, Osmanlı Kapudan-u Deryalık’a atanır; hayat böyledir işte!) ileriye bakmakta, yanında yaveri, rüzgârdan sesini duyurmak için avuçlarının içine ağzını siper etmiş, anlaşılamayan diyaloglar; kıç tarafta seçkin yüksek rütbeli subaylar, güzelim boğaza kaç şehit gömüleceğini, kendilerinden ne kadarının toprağı bol olacağını bilmeden esas duruştalar; makine dairesinde ocağa kömür atan kapkara yüzlü Alman makinistler, 4 Ağustos 1914’de Sicilya’nın Messina Limanı’ndan kömür yüklemişler, kaptan köşkünde şapkasından anlaşılacağı üzere gemiyi sevk eden kişi: “Hızımız?”, “On üç knot kaptanım!” ikinci kaptanın yanıtı oluyor bu, “Çok yavaş, uyuyor mu bunlar(?), ocağı ateşlesinler(!)”, “Emredersiniz komutanım!”, “Sekstant!”, “Her şey normal komutanım!”…

11 Ağustos 1914 İstanbul Boğazı’nda Dolmabahçe sularına şakırdayan zincir sesleriyle çıpayı derinlere, taa derinlere bırakan iki Alman kruvazörü, (b)alıklar şaşkın! İngiltere’ye sipariş edilen gemiler; Sultan Osman I ve Reşadiye, Churchill’in emriyle, kıyamete dek beklenecek!

16 Ağustos 1914, paraları ödenmesine rağmen verilmeyen gemilerin yerine Alman gemilerine Osmanlı Bayrağı çekilecek, satın alındığı söylenecek, taşeron firma hesabına, Karadeniz’e çıkacaklar, Sivastopol, Odesa, Novorossisk ve Fedosya’yı topa tutacaklar. (Ah ah(!)her şeyi anlatmak istiyorum ya, Neyzen güme gidecek!)

14 Kasım 1914, Osmanlı, Harb-i Umumî’ye duhûl olacak.

Oh be (!) niye uzattık peşrevi böyle?

Savaşa girilince, eli silah tutan yedisinden yetmişine her Osmanlı cepheye diyorum; ama 1839 Tanzimat Fermanı’na göre, parayı veren düdüğü çalar; gidenler şehit, kalanlar gazi olur ya; halk arasında özetlenmiş ‘ne şehittir ne gazi!’ gerisini tamamlamak ferasetinize kalmıştır artık…

Kahramanımız da öyle. Muhtar Paşa’nın emriyle Mehteranın başı olur; hayatında bir gün dahi başkasınca yönetilememiş, yönlendirilememiş, kendisi de kimseye emir buyurmamış Neyzen, her zaman kaosun sarhoşluğunu seçmiş; onun için Muhtar Paşa, Yalova kaymakamı rütbesinden daha yukarı olmamış(!), görevini savsaklamıştır. Ancak, İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat Bey’in emirsiz isteğini kıramamış mansıbının başına tekrar avdet etmiştir…

 

Neyzen'e Dair Tevatür dünyasının ‘Hayal Perdesi’ndeki hikâyeleri...

Kurtuluş savaşı bitmiş, kuruluş günleri başlamış, yıl 1926, Neyzen, soluğu Ankara’da yaşayan kardeşi, Şefik Kolaylı’nın yanında almıştır.

Buradan sonra anlatılacaklar, anıların alzheimere olduğunu tasdikler(!) ve tarih yazarlarınca son sıralardaki belgeler olarak kabul edilir.

Gazi, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla gibi sanatçıları, dost sohbetlerine renk katmaları için davet eder ya; Neyzen’in Ney’ini dinlemek ister,(Enver Paşa’nın yalısında üflemesine hayran kalan Alman komutanın davetlisi olarak Romanya’da piyano eşliğinde verdiği konseri duymuşluğu olmalı!) o da, Çankaya’nın yolunu tutar; mekânın Florya Köşkü olduğu da söylenir! Ünü, yaşayış biçimi ve çok içki içtiği bilinen Neyzen, Paşa’nın masasına buyur edilir, masadaki konuşmalar bir şekilde Neyzen’in içkisine sarkar; Neyzen’in Paşa’ya sorduğu, içtiği miktardır, yanıt: “ Şaka yollu, iki binlik!”, “Neyle, nasıl?”, “Sulu, susuz,-yumruk mezesi(!)-” olur. Neyzen başını öne eğer; bu, ‘İki binlik için boynum kıldan incedir’ Paşam anlamınadır!

Neyzen’in önüne iki binlik bırakılır, Neyzen, bir kâseye binlikleri boşaltır, içine ekmek doğrayıp, kaşıklayarak tüketir(!) diye tevatür ortalığa dökülür; Neyzen’in böyle önemli davetlerde yol yordam bildiği unutulmamalı; bunun yanında Gazi’nin yaşamı ve ahlâkı, onun böyle davranmayacağını da, bilenler bilir.

* * *

1930’larda İstanbul Valisi ve Belediye Reisi(O zamanlar öyleydi) Muhittin Üstündağ’ın himmetiyle konservatuarda görevli olarak ilk defa aylık bağlanır; gel gör ki, Hüseyin Rıfat adlı münasebetsiz, 1938’lerin valisi ve Belediye Reisi, Taksim Topçu Kışlası’nı yer ü yeksan eden, Lütfi Kırdar’a: “İstanbul’a vali olan hergelenin/Kimi dağdan, kimi Kır’dan geldi!” yakıştırması, Neyzen üzerinde patlar, aldığı kırk lira elinden uçar gider!

Neyzen pek kızmaz, (Parası olduğunda hepsini berduşlara dağıttığı bilinir) kovuşturulmadan kesilen aylığının hesabını sormaktan da geri durmaz: “Bağrıma bir tekme savurdu vali./Acısından avlu, dere, Kır dar geldi./Koşacaktım doğru mahkemeye, fakat/Bu teşebbüs milletime ar geldi./Bu eşek cilvesini sanma eşek davası,(Bir dik üçgende iki dik kenarın kareleri toplamı, hipotenüsün karesine eşittir teoremi, ne canlar yakmıştır, bu da Enver Aysever’e hediyem olsun)/Zannedersem katıra devre-i idbar geldi./Tanrı’nın lûtfu sanırken olağan işlerini/Öksüz İstanbul’u katletmeye barbar geldi./Belediye dubarayla yemimi kesti benim,/Neyleyim, kancık katıra tavlada zar geldi.”

* * *

İçki ve sara nöbetleri aklını başından aldıkça, Toptaşı Tımarhanesi, Zeynep Kamil ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahaneleri uğrak yeri olur; hayatına Mazhar Osman, Fahrettin Kerim Gökay, Rahmi Duman nam ünlüler girer; onların hem hastasıdır, hem dostu…

1940’larda Mazhar Osman, Rahmi Duman’ların ön ayak olmasıyla Bakırköy Akıl Hastahanesi’nin 21 No’lu koğuşunu, otel niyetine mekân edinir.

Böylece doktorları ile Neyzen üzerine düzülen tutarsız düzmeceler ortalığa yayılır; ona göre, buna göre, salla!

Mazhar Osman, daha adı yazılınca dudaklarınızda gülümsemeler belirdi, görüyorum!

Doktorumuz 5 Mayıs 1884 doğumlu olup kahramanımızdan beş yaş küçüktür. Bizimki sokağın ‘Ordinaryus’u ise, doktor tıp diplomalısıdır. (Övünmek gibi olmasın, benim de birkaç ordinaryus hocam olmuştur, sırası geldiğinde, lüzumu halinde söz ederim inşallah!)

Hocamız, ‘İçki ile Mücadele Cemiyeti’ kurucusu olunca, ‘İçkiye Sevdalılar Cemiyeti(!)’ kurucularından Neyzen ile çatışması kaçınılmazdır elbet!

Öyleyse başlayabiliriz tevatür dünyasının ‘Hayal Perdesi’ndeki hikâyelerine.

Bir gün, (Ne çok hikâye, roman başlangıcı olmuştur bu sözcük!) Mazhar Osman, elinde rakı şişesiyle Neyzen’i görür, (ordinaryus ünvanlı doktora yakışmayacak şekilde) rakıyı dökmesini söyler.

Şişenin yarısının İbrahim Çallı’ya, (Ressam, Bostancı Hatay Meyhanesi’nin gediklisidir, değilmiş(!); adı geçen meyhane 1967’de kurulmuş; Ressam 22 Mayıs 1960’da ölmüş!)

Başka söyleme göre: iyi dostu olduğu bilinen Mehmet Akif’e(!) ait olduğunu akoz eder!

Hoca; ”O zaman kendi payını” sözlerini bitiremeden,

Neyzen, “Yapamam(!) benimki diptedir!” (Gülüşmeler!). Bilgi; ‘6 Mart 2005 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden! Ne derece doğru bilinmiyor!

Başka bir tane:

Neyzen, aşkı kadehi, dudaklarında iken Mazhar Osman’a yakalanır.” İçmeyeceğine and içmiştin!”, “Üstad, biz fakir insanlarız… Bulunca rakı, bulamayınca AND içeriz!” (Gülüşmeler!).

“Mini mini valimiz, ne olacak halimiz?” 9 Ocak 1900, Eskişehir doğumlu Fahrettin Kerim Gökay; Emraz-ı Akliye uzmanı, İstanbul Valisi, Belediye Reisi, milletvekili Vee ufak rakının adı, Fahrettin (!)…

İçkinin Zararları Konferansı:

“Rakının her kadehi, ömrümüzden bir saat kısaltır!”

Arka sıralardan: “Eyvah yandık! Hesap ettim, meğer öleli kırk yıl olmuş!” sesi(!), tanıdınız değil mi?

Bir başkası:

Gökay soruyor: “İki kovadan birine rakı, diğerine su konsa ve eşeğin önüne bırakılsa; hangisini seçer?”

İzleyiciler hep bir ağızdan: ”Suyu!”

Gökay: “Neden?”

Arkalardan: “Eşşekliğinden!” sesin(!)sahibini tanımamak mümkün mü?!

 

Ne çok yaşanmışlık bu böyle, kaç ömre sığar, üzerine kaç cilt yazmağa değer, dersiniz?

1908 doğumlu Rahmi Duman, Neyzen için söylenmiş güzellemelerin en hayırlısını, onda buluyoruz…

Diyor ki: “Yakınlığımız yirmi yılı bulmuştur, konuşan hep odur; ancak anlattıklarını ikinci defa tekrarladığı olmamıştır; (Aklıma Ali Ağabey geliyor; yirmi dört saat süren, sayısız içki meclislerimizde aynı şiire dönmemecesine, saatlerce şiir okuduğuna tanık olmuşumdur; bana, sen nasılsın(?) bu konuda diye soracak olursanız, yazdığım onlarca şiirden bir tanesi bile ezberden seslendirilemez tarafımdan! Durun hele, izin verin, Google hazretlerine bakayım bir örneği paylaşayım diyorum izninizle. Neye benzedi şimdi bu söylem, ünlü köşe yazarlarının izin ricalarına! Vermiyorum izin mizin! Siz de öyle yapın, ama tuşlar benim emrimde!)

              Moderato Cantabile

              (Ağır ve Ezgili)

O gün örenlerde/topladığın yaban çiçekleri,/Kurudular;/bir eski bakır tas içinde…//her gece bir mavi,/her sabah bir sarı,/Öğle sonları bir beyaz/çiçek dökülür,/yıkadığın masa örtüsüne…//toplamam kalsın öyle;/geçmişi anlatır bana…//kayboldu,/örenlerin dokusu ama/yine de/kuru çiçek ve ot kokusu/sarıyor ortalığı…//örenlerin düş tadı/olmalı/düşününce…

Rahmi Duman sürdürüyor; “Her gelişinde yeni bir ufku, bütün yıldızlarıyla önümüzde parıltıya boğuyordu. ‘Peh peh!’ demeyin sakın; fidye için kaçırılan oğlunun acısıyla yazılan: “Kimseyi böyle perişan etme Allahım yeter/Uyku tutmaz bir ümit yok gelmiyor hiçbir haber/Ağlamaktan gözlerim etrafı artık görmüyor/Hazreti Yakup’a dönderdi beni hükmü kader.” dizeleri, A.Yavaşça’nın Hicaz Hümâyun Makamı bestesine kaynaklık ediyor.

Devamla: “Koca bir kültür birikimi, son derece kıvrak bir zekâ, yetmiş üç yıllık ömründe ilim irfan sahipleriyle düşüp kalkma; O’nu kim anlatmaya kalksa, bir denizden ancak bir bardak su verebilir, ya da içinde bu duygunun tortusu kalır…”

Ne çok yaşanmışlık bu böyle, kaç ömre sığar, üzerine kaç cilt yazmağa değer, dersiniz?

28 Ocak 1953, Hicaz Makamı okunması gerekirken, Nihavent’le seslendirilen öğle ezanı; fonda duymanızı arzu ettiğim bir Ney’den dökülen Nihavent Saz Semaisi, çınar ağaçlarının çıplak dalları arasından gelen nefesin bitmeyen hüznü!

Sinan Paşa Camii Avlusu misafirleri:

Profesörler, doktorlar, şairler, sinemacılar, oyuncular, bürokratlar, siyasetçiler, iş adamları, çarşı esnafı; bu elit tabakanın ardında, kendilerine çeki düzen vermeye çalışan şarapçılar, akşamcılar, berduşlar…

Göğe ağan iki sözcük: “Helâl olsun!”

Yolculuk, Kartal’daki aile mezarlığında (1 X 2 X 1.5) metreküplük şâhâne konağında son bulur!

 

 

 


Herkes bilsin