Menu
23 Mayıs 2017

Şiirli Bahçe - V

Feridun Benden

Feridun Benden

 

Sabaha karşı çakan, şimşekle başlayan, gök gürültüsü ardından boşalan yağmur; Ludvig Van Beethoven, Koral 9. Senfoni’nin son cümleleriyle biterken, Kur’Ağac’ın Fahrettin’i parke döşemede sonsuza dek yuvarlandı…

Öğlen saatinde uyanan Kur’Ağaç, yerlerine sessizce çekilen dostları arasında ağrılı başıyla dolanırken; evlerin şairi,(Yaşadığı ve tanıdığı evlerden şiir ışığının geldiğini söylediğinden…!) Behçet Necatigil’le karşılaştı; çöp bidonu belleğinden hızla geçti aşağıdaki:

“Yemeden olmuyor/Yapılara, yakıtlara, taşıtlara/ödemeden/Yememize ne kaldı? //Sıcak durulmuyor/Otur oturduğun yerde/Geçsin bugün de, gideriz/Geçmemize ne kaldı? //Vurulsa yüzdeye/Kaçta kaç yaşamak/Bir şeyler görmeye/Görmemize ne kaldı?” dizeler.

“Ne de olsa ‘eski toprak’; bencileyin hormonlu gıdalarla beslenmemiş” diye hayıflandı Kur’Ağaç; (Dolaşan(!) tavukların yumurta reklamını anımsadı!)

16 Nisan 1916 İstanbul,(Demek yüz yıl geçmiş(!)zaman hızlı akmış, doğrusu anlamadan!) Atik Ali Paşa doğumlu şairimiz, I. Yıkım Savaşı’nın çocuğudur.

Yolsuzluk, yoksulluk, ekonomisi bitmiş, hayat tarzı kırsallıktan kurtulamamış, yüzde onu okuma yazma bilen, içlerinde okuduklarını anlayanların yüzdeliği hakkında fikrimiz olmayan, maliyesine haciz konmuş, icraya düşmüş, tüm gelirlerine el konmuş ve 600 yıl yaşadığıyla övünülen koskoca İmparatorluğun çöküşüne mekparmak kalmış ülkenin vatandaşıdır.

Babası, vaizliği sonrasında Sarıyer Müftülüğü görevini yürütmüş; annesi Fatma Bedriye Hanımefendi, Geyveli Müderris Hafız İbrahim Hakkı Efendi’nin 22’sinde yaşama veda eden kızıdır.

Yıl 1918, Behçet henüz 2 (yazıyla iki) yaşındadır.

Çocukluğunun girdaplarında dolaşan şair:

 “… Bazı yorgun kadınlar/Hep de tenha saatleri seçerler/Sonra yavaş bir sesle/Çocuk için, hasta kaç gündür yemiyor/Biraz et, biraz meyve isterler.”

Ortadoğu, Afrika ve tüm yoksul ülkelerin çocuklarını anımsatan KARELERİ, utanmaz zengin ülkelerin önlerine serer!

1919’da (Cumhuriyeti müjdeleyen yıl) babası, evliliğini tazeleyince; hayatı, anneannesi, Emine Münîre Hanım’ın Karagümrük’deki evi ile yeni annesi Saime Hanım’ın yerleştiği Beşiktaş Valideçeşme (Şairler Parkı oradadır!) arasında gelgitlerle bölünür, (Değil, Fatih-Harbiye! Şimdi karıştırmayalım Peyami Safa’yı metnimize, çikletçe uzar da uzar hani!

O günleri anlatan (Henüz lise öğrencisidir; böyleleri asla yetişmeyecek PROJE OKULLARI’nda!) ve yayınlanan ilk şiiri, 1935’de,(Mehmet H. Doğan, henüz 3 (yazıyla üç) yaşındadır. Nereden düştü metine şimdi bu (?) Wolfgang Paoli’nin ‘Karadelik ışımasının kuantumlanmış enerji parçacığı!’ yazıyı izleyiniz(!) dayanırsanız öğreneceksiniz; Agatha Christie’deki suçlu hemen anlaşılıyor mu(?) ki,(!)Hercule Poirot, onun peşindedir.) Varlık Dergisi’nde görünen ‘Gece ve Yas’dır; ilk dörtlüğüne göz atalım, ne söylüyor çocukluğunu anlatan şair:

“Bir köşeye büzülüp/Böyle susmazdım ama/Kapılardan süzülüp/Gece doldu odama.” yalnızlığın korkularıdır, anlattığım küçücüğün!

1923’de (Cumhuriyet’in ilan, bazılarının parantez açma ve çatlama yılı!) Beşiktaş Cevri Usta Okulu’na başlar; babasının yeni işi (Singer Dikiş Makinaları Müfettişliği(?) nereden nereye?) dolayısıyla Kastamonu Muallim Tatbikat Mektebi’ne ve dört yıl sonra(1927) aynı kentin lisesinde orta öğretime başlar…

Türk filmlerinin çocukluk döneminde gördüğümüz; bozkırdaki kerpiç tuğla kulübesinin bahçesine dağdan yüklendiği,(Golgot’a çıkarken sırtında çarmıhını taşıyan Çarmıh Ustası İsa’yı anımsatan, görüntüler) toprağa dikilen umut fidanı çamın anımsattığı, SATLICAN (Adenit tüberkiloz!) yüzünden eğitime ara verir.

Yaşanılan hiç bir şey unutulmaz, bilincin derinliklerine anakondaca çöreklenir, beklemediğimiz anda, Bubha’ya öykünerek ayağa kalkar:

“Böyle kalacak/Sahipsiz açık/Örtmeye üstünü/Vaktimiz olmayacak” dizeleri ‘Unutmak’ şiirinin ilk dörtlüsünde, geçmişi hatırlatır…

Hastalık, 1930’lu yıllarda nekahata geçer ya; yaşadıkça Kharon’un kayığını anımsatmaktan geri durmaz, ona!

Durum, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ‘Resim’ adlı şiirinde:

“Nedense bütün resimlerde ben/Böyle mahzun ve perişan çıkarım/Hep böyle hayata kapalı durur/Gülmesini unutmuş dudaklarım.” dizelerini anıştırır!

1931’de Kabataş Lisesi’ne orta ikiden başlar; 1936’da lisenin Edebiyat Bölümü’nden mezun olur.

Kur’Ağac’ın çöp bidonundan; ‘Ben de öyle(!) sonradan lisenin tüm derslerini öğrenme ve öğretme yükünü bindirdi sırtıma (!)bu hayat(!)’ sözleri saçılır yerlere, yetmiş beş yıllık ömrünü düşünerek!

Sağlığının şanssızlığına rağmen, şiir hayatının başlamasına neden olan edebiyat öğretmeni; şair, Zeki Ömer Defne’nin:

“Yarının iyi bir (Şu bir sözcüğü de, cankurtaran canım(!) erkek/kadın, üç yüz sayfalık roman yazıyor, her sayfasına yirmi tane BİR(!)koyuyor; çarp, eşitle, altı bin avantadan sözcük(!) bu ne bolluk böyle!) kalemine sahipsin: boş durma ‘OKU!’ emrinin kehaneti tutuyor…

1903 doğumlu Defne Hoca’nın ‘Ilgaz’ şiirini okumaya başlayalım:

“Yıldızlar çamlara değer de geçer/Gün buradan başını eğer de geçer/Sular dizlerini döver de geçer/Bir Ilgaz, er Ilgaz, yâr Ilgaz.” sıkıldınız; şiir artık böyle yazılmıyor diyorsunuz; haklısınız, Rıfat Ilgaz ve kızı Defne’yi anarak geçelim öyleyse!

Zaten öğrencisi de pek onun yolundan gitmeye niyetli değildir…

Ortaokul yıllarında ‘El-Marifet matbaası (Enver Aysever, çocukluk yıllarında gazete ve oyunlarını aynı yayınevinden intişar ettirme becerisini göstermiştir!-Kendi anlatımı-) yardımıyla ‘Küçük Muharrir’ dergisini on dört sayı sürdürerek birinci cildini, daha sonra on iki sayı daha ekleyerek ikincisini okuyucularına ulaştırır(!)kimlerdir onlar; akraba-i taallukât ve yakın çevre?!

Telif ücreti, çikolata ya da bon bon şeker(!) karşılığında, “Küçük Muharrir” mahlasıyla, Akşam Gazetesi’nin Haftalık Çocuk Dünyası’nda şiirler, hikâyeler yazmağa başlar; böylece profesyonelliğe ilk adımlarını atar(!) ne de olsa, ürünlerinin karşılığı küçük de olsa değere dönüşmüştür; şimdilerde ismi lazım olmayan yayınevi müsveddelerine (Parayı veren düdüğü çalar hesabı) EDİTE(!)edilir hikâyesiyle kendi ödediği telifle yayına okey almışlar çoktur aramızda!

Aklıma geldi(!) ünlü olmadan önce bu işe bulanmış birkaç yazar:

‘Kayıp Zamanın Peşinde’ Proust!

On dört yaşındaki Viktor Hugo, şiir dosyasını basmağa yanaşmayan yayıncısına sert çıkan: “Hata ettiniz, ilk şiirlerimi bassaydınız, gelecekte yazacağım tüm eserlerimin yayın hakkını size verecektim!” sözleri, umutları kırılmış tüm yazma sevdalılarına armağan olsun!

‘Hans Kyuhelgarten’ adlı kitap, Nikolay Vasilyeviç Gogol’a aittir ya; ama V.Allov imzasıyla yayınlatmış. Eleştirilere dayanamamış; basılı kitapları piyasadan (Adlarını şimdilik unutalım, gerekirse araştırır, soruşturur buluruz; bizdeki ‘terminatör’leri!) toplayıp yok etmiştir!

‘Les Chaires d’Andre Walter,1891,( Andre Walter’ın Defterleri) Andre Gide, yanıp tutuştuğu Madeleine için yazılmış otobiyoğrafisi; sevgilisi ve diğerlerince sifonu çekilerek Sen Nehri’nin boklu sularına gömülmüş!

‘Semaver’, Sait Faik.

‘Duvar’, Attila İlhan.

O kadar da korkulacak şey değilmiş kendi paramızla yayınlamak ya da yayınlatmak(!) ilk kitaplarımızı(!)tuzaklanmamak koşuluyla!

Amma şöyle garip şeyler de oluyormuş:

Henry David Thareau, sidik zoruyla yayınlattığı kitabı satılamayınca, yayın evi, giderlerin masrafını ondan tahsil eylemiş; 24 cilt de yayınlanmaz ki, canım!

Bunun kolayı, yukarda okuduğumuz Asaf’ca yapılanı, yayın evini kendin kur!!!

Yüksek Öğretmen Okulu (Tuhaf şey (!) sanki alçağı olurmuş, hani!) Türk Dili Edebiyatı Bölümü tamamlandığında takvim, 1940’ı göstermektedir; ardından dil öğrenmek gelir ki, daha önce Fransızca öğrenmek entelektüeller arasında geçer akçaymış! (Şinasi, Cenap Şahabettin, Yahya Kemal, Ahmet Haşim v.b…)

II. Yıkım Savaşı’nın ortasında Almanca önem kazanmış; Nazi Faşizmi’nden kaçan hocalar, (Barış için betiğine imza atanları düşünün(!) çoğu işlerinden oldu, bazıları içeri tıkıldı, esen Reis rüzgârından!) İstanbul Üniversitesi’ni mesken edinmişler.

(Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?/Gördün güzelleri beni unuttun) türküsü hesabı; altmışlarda Haydarpaşa’da trenden inilip Sirkeci Garı’ndan (Bir zamanlar içki menüsü keseye uygun restaurantında kafayı çekmişliğim çok vardır, tuhaf işimden dolayı!) başlayan Türk İşçi Göçünün kayıp insanları; stuttgart, köln, Hamburg, Düsseldrof,  Münihler’de, getto ve hayımların misafiri olmuş!..

Kur’Ağaç’ın da öyküsü vardır ya, şimdi sırası değil, âdet çıkarma (!) başımıza; Proje Okul fırçasıyla, susturdu, beni!)

Parantez uzunca kaçmış, başına döneyim; Türkiye’ye gelen öğretim görevlilerinin, konularına göz atalım diyorum:

İktisatçı, tarihçi, bakteriyolog, botanikçi, kimyager, hukukçu, pediatrist, cerrah, ürolog, astrofizikçi, müzikolog, ressam, tiyatrocu, edebiyatçı, Hititolog; bunların adlarını da koyarsak yanlarına…

Hoca’nın sesini duyuyorum: “Yeter(!) kısa kes sobalık olsun!”

Ah unuttum!

Yukarda sıraladığım meslek sahiplerini, geri isteyen Hitler, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya posta koyar:

“Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi Alayı’nı, Mustafa Kemal koruyamaz, buna müsaade etmem!” (Ne benzerlik değil mi?) tehdidi; bakın Kemal Atatürk’ten nasıl:

“BİR ONBAŞI (Bush, Obama, şimdi gelecek olan Hillary Clinton ‘Son kamu yoklamalarında Donald Trump’la başa baş görünüyor’ ve kocası dahil, diğerleri, hak ettiler kocaman ’ONE MİNUTE’i(!)ya…) BENİ CİNAYETLERİNE ALET EDEMEZ!” diye dönüyor.

Nerede şimdi böyle DEVLET adamları?!

‘Sinoplu’ya sor!?’

Çeşitli liselerde görevini sürdürdükten sonra; şimdi, PROJE ‘ne fiyakalı sözcük!’ Okulları kapsamına giren; İstanbul Pertev Nihal ve Kabataş liseleri, uğrak yerlerinden olur.

Şair, yazmaktan başka ne isteyebilir ki?!

17 şiir kitabı; (Meraklıları daha fazlasını bulabilir, iddia etmeyeyim, oynadım İDDAA(!) maç lotosunu, herkes kazansın istedim, son rakı paramı da devlete ütüldüm!) içlerinden bir tanesi, seçmelerden oluşan, Yüksel Pazarkaya’ca Almanca’ya çevrilmiş; “Solgun Bir Gül Dokununca” (1988), ne dokunaklı sözcükler, bunlar böyle?

“Çoklarından düşüyor da bunca/Görmüyor gelip geçenler/Eğilip alıyorum/Solgun bir gül oluyor dokununca.” dizelerinin çağrışımları; hayatın trenini kaçırmış bir ahmağın tiradında(!)”Yıldızlara Bakmak İstiyorum” Radyo Oyunu’nun en çarpıcı çığlığına dönüşüyor;(Gel de anımsama ‘Çığlık’ tablosunun mizansenini kuran, Norveçli ressam, Edvard Munch’u) ve ortaya şaçılıyor, şiir güzelliğinde!

Radyo Oyunları, 4; Düz Yazıları, 3; Antolojileri, 3; mektupları, 2;Sözlükleri 2; çevirileri, 36; toplam 67 kitap; (Dile kolay!) ödülleri, Yedi Tepe Şiir Armağanı, ‘Eski Toprak’; Türk Dil Kurumu, ‘Şiir Ödülü’; şimdi bu kurumun adına Fatihâ okunmuş, ne bilgelik ama(!) Evren Paşa’nın ki(!) ‘Our boys’u(…) unutmak ne mümkün?!

Bu kitapların adlarını öğrenmek istersiniz ya; o zaman kütüphane katoloğuna döner, denememiz; yalnız meraklısı için tuğla kalınlığında Ahmet Güntan’ın ‘parçalı ham’ şiir kitabının içeriğini önereyim; at sepete doldur mantığıyla yapılmış ve emek verilmiş ilginç bir şey!

Zaman geçiyor, Barbaros Meydanı’nda turlarken:

Beşiktaş’da Barbaros Meydanı/Sağı anıt, solu türbe/Ortası kare şeklinde,/Parkıdır yoksulların/Bilhassa yaz ayları.” dizeleri, otuz ikilerine gelmiş şairin yalnızlığını paylaşacak arayışına; kader, hanım hanımcık stajyer öğretmen Huriye Hanımefendi’yi çıkartacak (1948); ertesi yıl dünya evine girecekler(1949). (Ne demekse(?) öyle söyleniyor(!) aile bağlarıyla kafanızı şişirmeyeceğim! Günün birinde, denemeniz kısa olmuş; mümkün mü acaba(?)… diyenlere; “dizilerin her saniyesinin para” olduğunu söyleyeceğim!)

Beşiktaş’da Camgöz (Metnin taa başında burada yaşayan insanların balıkçılıkla geçindiklerinden söz etmiştim, hani! Acaba(?) koskoca köpek balığını anıştırsın diye mi Camgöz’dü, adı?) Sokağı vardı, bir zamanlar, maziye(!) (Baktım;’… Nekadar şendik,/İkimizin mes’ud olmak emeli vardı.’ Osman Nihat Akın dizeleri, Şükrü Tunar’ın notalarına dökülmüş, Hüzzam Makamı, Curcuna usulünde!)

Bidonumdan Kur’Ağaç’ın (çook zaman geçmiş) hanım arkadaşı ‘F’nin gülümseyen, mutlu bakışları döküldü önüme yol boyu(!) VE Tarancı’nın ‘Abbas’ şiirinin son ikilisinde Kur’Ağaç’a şöyle seslenmiş:

“Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’dan/Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.” (Soralım, istiyor mu?)

Beşiktaş Belediyesi, “Eski Sokak” şiirine ve şairine cemile olarak ‘Behçet Necatigil Sokağı’na dönüştürdü ‘Camgöz’ adını. Bakın, yaşanmışlığın düşleri nasıl söylenmiş 15 dörtlüğe; sıkılmayın diye, bir kaç dörtlüğü intihal ediyorum:

“Küçük ahşap bir dizi evlerdi/On yıl önce o sokak./Sonra geniş caddelere çıktık/Apartman--sizden uzak. //Çocuklar orda büyüdü/Orda okula gitti,/Komşunuzduk ama görüşemedik/Hiç vakit yoktu. //Sizdendik, yalnız biraz okumuş,/İki kadın, bir erkek, iki çocuk/Uykulu, acele bir karıkoca/Bizdik GEÇEN önünüzden başları eğik.

(Hatırlar mısınız(?)güfte Yahya Kemal, beste Muzaffer İlkar, usul aksak, Makam Nihavend:

“Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden/Bendim GEÇEN ey sevgili sandalla denizden.”nağmelerini.)

//Akşamları çanta, file--yorgun, ağır/Dönerdik eve./Bir hamal bile tutmaz cimriler!/diye düşünürdünüz her halde.”

Uzun kaçtı, biliyorum; ama ellili yılları nasıl anlatabilirdim; siz söyleyin (!) yaşanmadıkça…

Sözcükler KİFAYETSİZ gelir! Bakın bidonumun derinlerinden kim sesleniyor?

Orhan Veli, diyor ki:

“Ağlasam sesimi duyar mısınız,/Mısralarımda./Dokunabilir misiniz,/Gözyaşlarıma ellerinizle? //Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,/Kelimelerinse KİFAYETSİZ olduğunu/Bu derde düşmeden önce…”

Sürdürüyorken şairimiz adına yapılan güzellikleri; 1964-1979 arası oturduğu ‘Deniz Apartmanı’ girişine, yaşadığına dair plaket konulmuş, hafızalardan silinmesin diye!

Şair, hayatın ‘İki ara bir deresi’nde yaşadığına inanıyor(!)

Bakın, nasıl:

“Her şey araya giriyor, aradan çıkıyor./Arada çocuklar doğuyor, büyüyor, yürüyor./Arada evler, evlenmeler, ölümler oluyor./Arada yaz kış bahar, dünya dönüyor.”diye anlatıyor ‘Arada’ şiirinin ilk dörtlüsünde kendini.

                    ***

Şiir üzerine neler düşünmüştür şairimiz?..

(Sabah oluyor, kafası kopmuş,’Kaçıncı olduğu bilinmeyen’ Fahrettin’in gözleri, faltaşı misali, 48 saattir uyumamış Kur’Ağaç’ı izliyor!)

Benim görevim diyor: “İnsana dair ne varsa (?) ev, aile, çevre, toplum, acı, keder ve yaşadığım çağı tüm öğeleriyle yansıtmak olmalı şiirlerimde; ekliyor: “Dileğim yok bu cihan içre şiirden gayrı.” ne güzel(!)şiir için yaşamak hayatı!

Şairin söylemine karşı çıkanlar da oluyor elbet: “O, toplum diyor ya; onunki uzaklaşmak, bireyselliğe yönelmek; ardından, insanlara miskinlikten başka bir şey vermemek; bir öğretmene, (kendisi de öğretmenlik yapmış ‘Alçak Uçuş’dan sonra)bu anlamda taan etmek yakışmıyor Mehmet H.Doğan’a (Sormak gerekir, hani seninkiler?! “Alçak Uçuş”u saatlerce aradım içinden örnek vereyim istedim, bulamadım…

KİFAYETSİZ(!) Google’da bile!..

Öte Yandan, Mehmet H. Doğan, Attila İlhan’ın Garip Şiiri’nin taklitçisi dediği şairimizi, koruma altına almağa (Zira asker kökenlidir!) çalışırken; Garib’e, vur abalıya misali çatıp duruyor!(Ne olacak(?) bu gelgitli söylem!)

Oysa yazarları eleştirileriyle titreten Fethi Naci; yirmi yaşının güzelliğiyle 1945’de yayınlanan, ‘Kapalı Çarşı’ şiirlerini, 1947’de Naci Bozkır imzasıyla:

“…şiirlerinde misafirliğe gideriz. Rahat, sade bir ev… Sevimli çocuklar bütün gün oynamışlar, Yorulmuşlar, uyumaktalar…

İçimize hoş duygular dolar; küçük bir memur, fakir bir işçi, bir esnaf, bir ameleyizdir nihayet.” diye sürdürüyor Kapalı Çarşı’nın içeriğini…

Necatigil, şiir anlayışını uzun uzadıya anlatıyor Bile/Yazdı’da.

“Şiircikler şiir uçları”, kestane balından (Acıdır) çay kaşığı kadar, tadalım diyorum:

“Adres--bendekine postalıyorum/Değişmiş olabilir/Geçmez de eline bir yerde kalırsa/Bir gün açar birisi belki kendisinedir.”

“Asıl söylenecekler hep sonradan anımsanır.”

“Yolumdur giderim, ölüm dur, gidiyorum.”

“Ardımdan dökülen su--ben gidince nem kalır,”

Duydunuz mu(?) “Hoop hop (!)korsan yayın yapıyorsunuz! Tüm yayın hakları saklıdır; YKY sorumlusunun sesi, tiz do diyezden re’ye yaklaşıyor!

Ona göre şiir; gerilimdir, şairi zorlayan bireysel ya da toplumsal meseleleri kendince onaylayışı, ardından onun tedirginliğini yaşayışı…

Bakın “Keyif” adlı şiirde (Mehmet Bey’e yanıt olsun!) ne diyor:

“Meyhane sen güzelsin,/Satıcıların olmasa,/Ezilir siteminden ufalmış gözlerin/Masalar bir masa.// İhtiyar adam gelir, açlıktan kalma, yanık/Börek satar,taze./Aldınız yiyemediniz,/Oturur midenize.// Siz kızarsınız başka, irin gibi yüzlü,/Çiçekçi kadın gelir./Çoğaltır bardaktaki hüznü,/Uzattığı karanfil.// -Karides, deniz gülü karides--/Tatmadınız ömrünüzde./Duyarsınız al bir utanç gibi bikes,/Pörsük antenleri gönlünüzde.// Parfümlerim var esans…/Babacan bir adam./Muhteremdir,/Diretiyor madem.// Dolması, midye sıcak../Kirli beyaz önlüğü./Gizler bir pırıltı, içli, yaltak,/Uykulu gözlerdeki yorgunluğu.// Sen küçük kız ver bir gazete,/Hangisi olursa olsun./Öperdim ellerini kötüye çekilmese/Çocukluğunu satıyorsun.// Hiç düşündünüz mü, sarhoşsunuz,/İğrençtir adeta/İstediğiniz kadar sarhoş olunuz/Keyfediyorsunuz ya!”

Okudunuz, uzun oldu, şiirin tamamını buraya taşımak istemezdim; toplumcu olmayan şairin bireyciliğini(!) anımsatmak içindi, başka ne yapabilirdim ki?!

Yalnız unutmuş, mekânda dolaşan ‘Anahiti’, ardından sahne alan kemancı ve gözleri görmez udî’yi…

Böylesine edebiyata gönül vermiş birinin buralara sık sık uğrama fırsatı bulamadığındandır, diyelim!

Şairimizin şiir uğraşındaki düşüncelerine devamla:

“şiir; bir durum, bir sorunu anlatan şairin fotoğrafıdır.” dedikten sonra “okuyucusuna mola verdirmeli, onun düşüncelerini ortaya serdirmeli(!)” koşulu da, müşterisinin donanımlı olmasını istemesi…

Şiir, anlamlar yüklü, az kelimelerle kurulmalı; estetik haz uyandırmalı…

Kafiyenin yerini iç sesler, ritim almalıdır…

Kur’Ağaç, üzmezsem sizi; “şu, Zemzemeci Recaizâde Mahmut Ekrem’le Demdemeci Muallim Naci’nin kavgası:

“Kafiye göz içindir, kulak içindir,” tartışmasından söz etseniz; zira sizin Recaizâde’nin yanında olduğunuzu biliyorum!

“Vakit geç oldu, bunu anlatmağa kalkarsam, söz edeceğin öteki dostlarımıza sıra gelmez!”, söylemiyle zarif çalım attı, Kur’ağaç’a!

“İstersen, birkaç söz daha söyleyeyim şiir üzerine:

Şiirde sözcük kraliçedir; o, duygulardan değil, kelimelerden doğar.

Şairin; çıraklık (Gurbet), kalfalık (Hasret), ustalık (Hikmet) dönemlerinden geçmesi gerektiğine işaret eder.”

Kur’Ağaç:

Şu fıkrayı, kuşkusuz biliyorsunuzdur: Çırak, ustasına; “Bana şiiri öğret!”, aldırmaz; başının etini yer, bir gün kızar; “Git yüz bin dize ezberle gel!”, zaman geçer, ustasının yanına gelir; hatmettiklerini gözleri kapalı, seslendirmeğe başlar(!) heyhat ki heyhat; ”UNUT!” der…

Şunu mu demek istiyorsunuz, kısaca: “ara, kendi söylemini bul, Nirvana’ya ulaş!”…

                        ***

“Kur’Ağaç, dertleşmemiz uzun oldu, gözlerinden uyku akıyor, benim de yatıp dinlenmem gerekiyor, fiziğimin zayıflığına bakma sen; beynim, kıvrımlarında dolaşan şiirlere şu anda gebe! Uyursam, kalktığımda yeni çocuklarımı kucaklayacağım sevinci, yüreğimi ısıtıyor, (gözleri yarı kapalı uyku moduna girmiş şair, canlanır birden) üstelik yarın için çocuklara ödev vermiştim; Fuzulî’yi çalışıp karşıma gelsinler diye! Kim ki(?) onu Yunus’la özdeşleştirecek, tam not (BEŞ) vereceğim!..

                       ***

Kur’Ağaç, gövdesindeki kovukta gaga gagaya gelmiş iki bülbülü ürkütmemek için yavaşça uzandı, dişi bülbülün: “Aşkı öğretmezsen nasıl(?) notaları doruğa çıkarabilirim!” sözcükleri döküldü nihavend söylemiyle!..


Herkes bilsin