Menu

Din kitlelerin afyonudur, peki ya futbol?

Sebla Kutsal

 

Uzun süredir aklımı kurcalayan bir soru bu...

Ancak futbola eleştirel yaklaşmak tıpkı dine laf etmek kadar cesaret gerektiren bir "hadsizlik" olduğundan, susuyordum.

Bırakın sağcıları ve liberalleri; solcular tarafından linç edilmem bile işten değildi. Başlı başına aykırı bir düşünceydi; ana akıma ters, kültür endüstrilerinin düzenine çomak sokan, en "devrimci" adamın bile "olur mu öyle saçmalık!" deyip geçeceği cinsten bir sorgulama.

Düşündüm...

Toplum üzerinde reel etkileri olmadığı, gerçek bir kayıp ya da kazanç yaşatmadığı halde kitleleri yakıcı bir tarafgirliğe sürükleyen, en mülayim ve barışçıl insanların bile dilini bileyen bu alana çıplak elle dokunmamayı yeğledim.

İşte bu yüzden susuyorum ve pası Eleştirel Teori’nin yeşerdiği Frankfurt Okulu'na veriyorum. Sporun, özellikle de futbolun toplumdaki ideolojik rolünü Frankfurt Okulu'nun en bilinen isimlerinin düşünceleri üzerinden hatırlayalım, ama hatırlatana zeval olmasın!

 

Popüler kültür ögesi olan spor düzmece bir ideoloji yaratır

Frankfurt Okulu'nun ünlü düşünürü Theodor Adorno, spor ile ideoloji arasındaki aşikâr bağa birçok kez değinmiştir. Adorno, diğer popüler kültür ögelerinden biri olarak gördüğü sporu, kapitalist sistemin toplumda yarattığı eşitsizliği destekleyen, eleştirel düşünceyi engelleyen bir aktivite olarak nitelendirir. Adorno'nun eleştirisi iki temel bileşenden oluşur: Oyuncular arasındaki rekabet ve spor gösterisinin seyirciler tarafından tüketimi.

Adorno'ya göre, spor kapitalizmin gelişimi için araçsallaşan akla bağlıdır ve tehlikeli toplumsal mesajlar yayar; oyuncu çok çalışır ve antrenman yaparsa daha başarılı olur. Bu tam da, kapitalist sistemin söylemidir. Adorno, sporun aynı sınıftaki insanların rekabetini, yarışını normalleştirme rolüne değinir. Normalleştirilenler arasında, kendini ve rakibini yaralamak pahasına mücadele etmek de vardır. Ezilen sınıfa mensup kişiler -ister seyirci ister oyuncu olsun- baskıcı güç yapılarına karşı harekete geçmek yerine, anlamsız bir etkinlikte harcarlar güçlerini. Başka bir deyişle, spor araçsal aklı merkeze koyan düzmece bir ideoloji yaratır ve bu ideoloji kapitalizmin iş etiğine hizmet ederken, gerçek düşmanı gizlemeye yarar.

 

Sporun sahibi burjuvazidir, ama sahiplenenler emekçilerdir

Spor, hele de futbol gibi milyonlarca insana dokunan bir spor dalı elbette oyunculardan ibaret olamaz. Adorno, sporla oluşturulan ideolojinin oyuncuları aşan boyutuna değinir. Theodor Adorno ve Max Horkheimer (1992) sporun, popüler kültürü üreten diğer kurumlar gibi, kültür endüstrisinin bir parçası olduğunu savunur. Sahibi burjuvazidir, ama sahiplenenler emekçilerdir. Adorno ve Horkheimer, işçi sınıfının eleştirel düşünme yetisinin elinden alınması açısından spor ile Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin popüler kültür üzerinden yaptığı propaganda arasında fazla bir fark olmadığını da öne sürer. Çünkü ideolojik mesaj aynıdır; emekçi kesim popüler kültüre ulaştığı müddetçe, var olan güç yapıları için sorun teşkil etmeyecektir. Spor dâhil popüler kültürün tamamı, işçi sınıfını yatıştırırken (gazını alırken) patronların da ceplerini doldurur.

 

Eco: Futbol, emekçilerin hareket etme kabiliyetlerini etkisizleştirir

Adorno ve Horkheimer'ınkilere benzer bir fikir de Umberto Eco (1986) tarafından dile getirilir. Eco, sporun -özellikle de futbolun- "pazar günkü futbol maçıyla devrim yapmaları" istenen toplumun öfkesini yatıştırdığını söyler. Eco, emekçilerin eleştirel düşünme ve hareket etme kabiliyetlerinin böylece etkisizleştirildiğini savunur. Adorno, Horkheimer ve Eco için sporun gerçekte tek bir sonucu vardır; toplumdaki emir alanlar üzerindeki baskının sürekliliğinin ve tekelci kapitalizme uyumun sağlanması. 

Yazının başında belirttiğim gibi, futbol gibi popüler sporlar hakkında eleştirel düşünmek, toplumun bu kadar geniş bir kısmı tarafından tatbik edilen ritüellere, benimsenen değerlere laf etmek oldukça tehlikelidir. Zira Adorno’nun dediği gibi; "spor bir oyun değil, ram olanın kendi boyun eğişini kutladığı bir ayindir." (1982)

 

Gelir dağılımı eşitsizliğinin normalleştirilmesi, faşizm, cinsiyetçilik ve dahası…

Tüm bu tespitlerin, spor aktivitelerinin popülerliğini kat kat artıran küresel medya yaygınlaşmadan önce; yani kapitalizmin ruhunu dünyanın dört bir yanına ulaştıran, mutluluk, galip gelme ve taraf olma illüzyonlarının dev markalar sponsorluğunda yaşatıldığı organizasyonların henüz bu kadar fazla olmadığı bir dönemde yapıldığının da altını çizmek gerekir. Adorno ve Horkheimer bugün hayatta olsalar ve kapitalizmin popüler sporlarla yükselişinin güncel halini görseler, eleştirilerini sınıfsal yaklaşımı kapsayan ama farklı parametreleri de içine alan daha geniş bir perspektifle geliştirmeleri gerekirdi.

Bugün çağdaş sosyal bilimciler, bu perspektifi Marksist bir tavırla genişletip, üzerimize çöken popüler kültür rehavetini eleştirileriyle silkeleyebilirler. Futbol örneğine dönecek olursak; kapitalizmin en belirgin sonuçlarından biri olan ‘toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliğini’ transfer ücretleriyle normalleştiren futbolun komünistlerin bile kalbini kazanması ilginç bir araştırma konusu olmaz mı? Yahut bir takımın renklerini taşımakla övünerek sözlü ve fiziksel şiddete başvurmayı kendine hak gören taraftar ile belli bir ırkın kanını taşıdığı için üstün olduğunu düşünen faşist arasındaki benzerliği irdeleyen bir sosyal psikoloji tezi ilginizi çekmez mi? Futbolun toplumdaki potansiyel zenofobiyi ve cinsiyetçiliği etkin konuma geçirişini anlamaya çalışan bir araştırmaya ne dersiniz?

Futbol, büyük resmin sadece bir rengi… Kültür endüstrileri, bürokrasi, din, teknoloji, medya ve devletin saldırgan ve baskılayıcı güçlerinden oluşan tabloda bireyin ezilmesine ve manipüle edilmesine, içimizdeki eleştirel bakış açısını reflekse dönüştürerek karşı koyabiliriz.

Bir kez “-mı acaba?” deyin, gerisi gelecektir…

 

 


Yazıda yararlanılan kaynaklardan bazıları: Prisms, Dialectic of Enlightment, The Changing Face of Football: Racism, Identity and Multiculture in the English Game, Travels in Hyper Reality, Sport and Work.

 

 


Herkes bilsin